23 Mayıs 2011 Pazartesi

"Borges Ve Ben" Jorge Luis Borges

Jorge Luis Borges
Borges ve Ben
Çeviren. Celal Üster
Afa Yayınları, Şubat 1989, 111 s.




Kum Kitabı’na Yazarın Notu’ndan: “… Ben kendim ve dostlarım için yazıyorum, bir de zamanın geçmesini kolaylaştırmak için. 7

“… gibi kitaplarında düz yazıyla şiir arasındaki sınırı neredeyse tümüyle kaldırdı. Brodie’nin Raporu’nda ve Kum Kitabı’nda, okurlara, iç dünyasının derinliklerindeki labirentleri keşfeden bir bireyin karmaşık imgelemi ile yalın bir masal dilini birleştiren alegorik öyküler sundu…” 11

“Hint felsefe okullarından birine göre, ben (ego), kendini sürekli bakmakta olduğu insanla özdeşleştiren bir seyirciden başak bir şey değildir.” 13

“Babam çok anlayışlı ve bütün anlayışlı insanlar gibi de çok sevecen bir adamdı.” 20
“O kadar alçakgönüllü bir adamdı ki babam, kazara görünmez olsa bundan büyük bir keyif alabilirdi.” 20 (…) “Bana, şiirin gücünü, sözcüklerin yalnızca bir iletişim aracı değil, aynı zamanda büyülü simgeler ve müzik olduğunu öğreten o olmuştur.” 20

“Benim yetişme çağımda din, kadınların ve çocuklarındı.” 21

“,,, diyeceğim, ailemin iki tarafından da askerler var atalarım arasında. Tanrıların böyle kahramanca bir yazgıyı benden esirgemiş olmalarına ne kadar yerinsem az, ama tanrıların bu konuda akıllıca davrandıkları da kesin.” 23

“Babam kör olduğunda çocuktum daha. Ama daha o sıralar, hayatın babamdan esirgediği yazar olma yazgısını benim üstlenmek zorunda kalacağımı neredeyse anlamıştı. Ailemizde herkes, benim yazar olacağıma kesin gözüyle bakıyordu (zaten böyle şeyler, açıkça söylenen şeylerden daha önemlidir). Benden yazar olmam bekleniyordu.” 26

“… Zaten gerçek hayatta olup bitenlerin farkına hep kitaplarda okuduktan sonra farkına varmışımdır.” 28

“… ama kız kardeşim çok geçmeden Fransızcayı o kadar iyi öğrendi ki düşlerini bile Fransızca görmeye başladı.” 32

“Bugün bana, ‘tek düşünür seç kendine’ deseler Schopenhauer’i seçerim.” 34

“Whitman’ı bir süre yalnızca büyük bir şair olarak değil, tek şair olarak gördüm.” 35

“ Yıllar sonra; Arnold Bennett’in ‘Üçüncü Sınıf Muhteşem’ deyimini gördüğümde, ne demek istediğini anlayacaktım tabii.” 39
“Daha sonra Madrid’e gittik. Orada benim için en büyük olay, Rafael Cansinos- Assens’le tanışmam oldu. Kendimi onun izdeşi olarak düşünmek bile hoşuma gider.” 40
“Tuhaftır, 1919’da ‘aşırılık’ (ultraizm) deyimini bulan da Cansinos oldu.” 42

“… ama asıl yazmak istediğimiz gerçek şiirdi, güncelliklerin ötesinde, yerel renklerden ve gündeş koşullardan uzak şiirlerdi.” 46

“Aklıma Mark Twain’in bir sözü geliyor. Demiş ki Mark Twain, iyi bir kitaplık oluşturmaya ancak Jane Austen’in kitapları dışlanarak başlanabilir; hatta kitaplıkta başka hiçbir kitap olmasa bile, sırf Jane Austen’in kitapları alınmadığı için o kitaplığın iyi bir kitaplık olduğu söylenebilir.” 53

“Bu tür değeri su götürür deneyimlerinden biri de ‘Hombres plearon’du (İnsanlar Savaştı).” (…) “O gün bu gündür ufak tefek değişikliklerle söyleyedurduğum bir öyküdür bu. Nedensiz ya da gerekçesiz düellonun, cesaret için cesaretin öyküsüdür.” (…) “Bilinirciler (Gnostikler), bir günahtan kaçınmanın tek yolunun o günahı işleyip o günahtan kurtulmak olduğunu ileri sürerlerdi. Şimdi bakıyorum da, o yıllarda yayınlanan kitaplarımda belli başlı edebiyat günahlarının çoğunu işlemişim; bu günahlardan bazılarını bugün hala hayranlık duyduğum büyük yazar Leopoldo Lugones’in etkisi altında işlediğimi anımsıyorum. Ne miydi bu günahlar? Ağdalı anlatım, yerel renkler, umulmadık olanı aramak ve on yedinci yüzyıl üslubu. Artık bu aşırılıklardan suçluluk duymuyorum, O kitapları başka biri yazmıştı. Bir kaç yıl öncesine kadar, çok pahalı olmasalardı hepsini kitapçılardan satın alır yakardım.” 55
“… O yıllar, birçok dostluğu doğurup beslediğinden çok mutlu yıllardı. Norah Lange’nin Macedonio’nun, Pineron’un ve babamın dostlukları. Yazdıklarımızın ardında bir içtenlik yatıyordu; hem düz yazıyı hem de şiiri yenileştirdiğimizi düşünüyorduk. Elbette, bütün genç insanlar gibi ben de elimden geldiğince mutsuz olmaya çalışıyordum; Hamlet’le Raskolnikov arası biri olmaya çalışıyordum, sizin anlayacağınız. Gerçi ortaya koyduğumuz ürünler oldukça kötü sayılırdı, ama dostluklarımız dayanıklı çıktı.” 60

“Bir şiirimde, bana aynı anda hem sekiz yüz bin kitabı hem de karanlığı bahşeden Tanrı’nın bu olağanüstü ironisine değinmeden edememiştim.” 79

“Ayıklayıp düzene koyduğum bu kırıntılar, 1960’da El Hacedor (Yaratan) adıyla yayınlandı. Gariptir, yazmaktan çok biriktirmiş olduğum bu kitabın bence en kişisel çalışmam ve kendi beğenime göre en iyi yapıtım olduğunu söyleyebilirim.” 84

“ne zaman bana karşı yazılmış bir yazı okusam, yalnızca o yazıdaki düşünceyi paylaşmakla kalmam, aynı zamanda o yazıyı ben çok daha iyi yazabilirim duygusuna kapılırım.” 91

“Benim yaşımda biri, sınırlarının farkında olmalı. Sınırlarının farkında olursa mutluluğun yolunu tutabilir. Gençliğimde edebiyatı hüner gerektiren şaşırtıcı bir çeşitlemeler oyunu olarak görürdüm. Oysa artık kendi sesimi bulduğumdan olsa gerek, yazdıklarımın sağını solunu düzeltmeye çalışmanın büyük bir yararının da, büyük bir zararının da dokunmadığı kanısındayım. Bu, hiç kuşkusuz, yüz yılımız edebiyatının ana eğilimlerinden birine karşı, Joyce bir adamın gösteriş olsun diye ‘Oluşmakta Olan Yapıt’ başlığı altında lüks yazılar yayınlamasına yol açan ince üslup cakasına karşı işlenmiş bir günahtır. Sanırım, artık en iyi yapıtlarımı yazmış bulunuyorum. Bu da bana dingin bir doygunluk ve huzur veriyor. Ama yine de içimde öyle bir duygu var ki, kendimi yeterince yazıya dökmüş değilim sanki. Sanki gençlik, bugün bana gençliğimde olduğundan daha yakın.” 92

Yaratan’dan: “O güne kadar belleğin keyfini hiç sürmemişti. İzlenimler, yanmasıyla sönmesi bir olan canlı izlenimler belleğinden hep akıp gitmişti.” 96
“Odysseia’ların ve İlyada’ların şarkısını söylemek onun yazgısıydı ve bütün bunlar insanlığın bomboş belleğinde sonsuza kadar yankılanacaktı. Bütün bunları biliyoruz, ama son karanlığına gömüldüğünde neler duyumsadığını bilmiyoruz.” 99 (1958)
Öteki’den: “Ansızın o an’ı daha öncede yaşamış olduğum duygusuna kapıldım.” 101

“Onu da kendimi de yatıştırmak amacıyla, kendimden müthiş emin görünmeye çalıştım. Benim düşüm yetmiş yıl sürdü, dedim.” 103

22 Nisan 2011 Cuma

Neal Ascherson "Karadeniz"

Neal Ascherson
Karadeniz
Çeviren: Kudret Emiroğlu
İş Bankası Kültür Yayınları, 2. Basım, Aralık 2002, 376 s.
10 Ocak 2004
Elimden düşürmeyeceğim güzellikteki bu kitabı bana armağan eden sevgili arkadaşım Kaya Sükan’a ne kadar teşekkür etsem azdır.

“Karadeniz’i tarihe sokan balıktır.” 19
“Hitler’in kendisi, kişisel olarak, tarih üretmekle görevli üçüncü Reich daireleriyle ilgilenmedi. Bu heyecanı çoğunlukla Rosenberg’e ve Himmler’e bıraktı ve onların arkeoloji heyecanı Hitler’e bir defasında şu soruyu sordurmuştu: ‘Neden bütün dünyaya biz Almanların bir geçmişi olmadığını göstermek içi bu kadar ısrarlısınız?” 45
“Kısa süre önce Tuna ağzındaki eski Yunan kolonisi İstria yakınında, altından muhteşem bir mühür yüzük bulundu. Üstüne, atkuyruğu saçıyla tacı olan bilinmeyen bir tanrıça resmi vardı, aynada kendisine bakıyordu ve altında SKYLEO adı kazınmıştı. Bu eşya, arkeoloji tarihinde kaybolmuş olan ve bulunduğunda sahibinin kimliği anlaşılan nadir örneklerden biridir. Skyles veya Skylos Heredotos’un hikayesinin merkezinde yer alan adamın adıdır. Bu hikaye daha farklı ve daha uğursuz bir tür olan aporia * anlatır; yaşam biçimleri arasında bir kültürden ötekine geçişi engelleyen görünmez sınırlar üstünedir.
Skyles, Yunan şehri Olbia’nın başını döndürdüğü bir İskit prensiydi. İkiye bölünmüştü şehir duvarları dışında, arabaları, sürüleri ve ritüelleriyle karmaşık bir geleneksel toplumu yöneten bir step yöneticisiydi. Ama şehir duvarları içinde Yunanlı oluyordu. Skyles’in Olbia’da Yunanlı bir karısı vardı ve şehir kapılarından içeri girdiğinde göçebe elbiselerini Helen kıyafetiyle değiştirirdi. (…) Bir gün, bir grup İskit, Olbia şehrinin duvarlarından Diyonysos gizemleri festivalini seyretmenin bir yolunu buldular. Orada Skyles’i Diyonysos tören kıyafetleri içinde kutsal alayın başında sokaklarda döne döne ilerlerken gördüler. (…) bunun anlamı Skyles’in aşılmaz sınırı aşmasıydı: Diyonysos törenlerine kabul edilmeye razı olarak, İskit kimliğine ihanet etmiş ve Yunanlı olmuştu. (…) Skyles kendi kardeşi tarafından öldürüldü.(…) Skyles, iki ayrı dünya arasında seçim yapmak istemediği, ikisinde aynı anda yaşamayı denediği ve başarısız olduğu için öldü.” 81
“Skyles öyküsü tam bir Karadeniz öyküsü. Yalnızca yeni ile karşılaşmayı değil, dünyalar arasındaki uzaklığı da anlatıyor. Bu uzaklık kültürel, zihindeki bir sınır olabilir veya fiziksel olabilir. Önemli olan, insanın aynı anda iki kişi olamayacağı, fakat iki kültür arasındaki böyle bir uzaklığı aştığında yolculuğun sonunda farklı bir kişi haline geleceğidir.” 82
“Berberi terimi Yunan dünyasında yabancı dillere ilişkin, anlaşılmayan bir dilin ‘bar-bar’ sesinden bir yanılsama olarak kullanılmaya başlandı.” 85
“İmparatorluk çağının Victoria dönemi bilim adamları İlyada’yı ‘berber’ ve ahlak olarak da aşağı Trakyalılara karşı uygarlığın zaferi diye yanlış anlamışlardır.” 85
“Atina ideolojisinin yabancı ve itici bulduğu her şey artık ‘canavar’dan ‘barbar’a dönüştürülmüştü.” 85
“Birlikte doğan ikizler uygarlık ve barbarlık, çok geçmeden uzun ömürlü bir daha kavuştular: oryantalizm söylemi.” 86
“Otopsi sözcüğü, Yunanlılar icat ettiğinde, kendi gözüyle görmek demekti. Bu sözcük bireyciliğin ve zihnin bağımsızlığının, insanın gözüyle gördükleriyle karar vermesinin ifadesidir. Ortaçağ sonlarından itibaren otopsi otorite ile savaşa girdi; otoriteye göre doğal dünya ve coğrafyası miras alınan Greko-Romen mirasla ebedi biçimde dile getirilmişti. Otorite yanlıları için, bundan sonraki bütün araştırmalar ancak scohlia yani var olan bilgi dağarcığına şerh ve yorum olarak katkıda bulunmak için olabilirdi. Ama otopsi yanlılarına göre, seyahat, keşif veya akıl yürüterek araştırma yapmak, tamamıyla yeni olguları, eskilerin bilmediği yeni dünyaları ortaya çıkarabilirdi.
Okuyucularını hiç bilinmedik bir konuda ikna etmek için, ikna etmeye çalışan kişinin bir anlatımı olmalıydı ve bu anlatıyı birinci tekil kişi, ‘ben gördüm’, ‘ben duydum! ‘ben yaşadım’ diye sürdürmesi gerekiyordu. Bartoleme’de la Casas 1527’de Historia de las Indias’a (Kızılderililer Nasıl Yok Edildi? Çeviren: Meryem Ural, Şule Yayınları, İst., 1997) başladığında, ‘Bütün İspanya’ya bu Hint Okyanusu’nda gördüklerimin gerçek öyküsünü ve doğru açıklamalarını bildirmenin yarattığı büyük ve nihai ihtiyaçla yazıyorum’ demekteydi ve V. Charles’ın bir bakanına kendisinin, ‘Hint adalarına giden en yaşlı kişi’ olduğunu söylemiş ve ‘Orada bulunduğum o kadar yıl içinde kendi gözlerimle bir çok şey gördüm, yalan olabilecek öyküler okumadım, bunun yerine çok şey yaşadım’ demişti.(…)
“Klasik dünyanın kendisinde, otopsi anlatımı bilinmiyor değildi ama nadirdi. Histor sözcüğü öncelikle gözüyle ve özellikle de mahkemede tanık olmak demekti ve Heredotos eserine Historiai başlığını seçtiğinde, ‘araştırma’yı, bir araştırmacının vardığı kişisel sonuçları vurgulamaktaydı.” 91-92
“1960’lardan beri Britanya arkeolojisinin kıdemlisi olan Sir Mortimer Whealer, arkeolojinin meslek değil kan davası olduğunu söyledi.” 103
“… Bütün yargılardan, Avrupa’da hala yaygın olan, yerleşik tarımcılık ve tarımsal ürün yetiştiren köylülüğün, göçebelikten sonra ileri doğru büyük bir ilerleme olduğu biçimindeki popüler kabul ediş çıkmıştır. Burada sahte antropoloji temel Avrupa kabusunu besler: Hareket halindeki halklar korkusu.” 104
“Görünürde altında dik duran bir adam olmadan Karadeniz çayırlarında manzara eksik kalıyor.” 145
“İ.Ö. 529’da İran dili konuşan Massagetlerin kraliçesi Tomris’in Persli Büyük Kyros’u öldürdüğü ve başını ganimet olarak aldığı söylenir.” 156
“Çehov’un öyküsünden: ‘dirseğiniz yakındır ama ısıramazsınız. Hazine var ama onu bulacak zeka yok’.” 172
“Bunlar mikrofon çağından önce oluyordu. Hala iyi birinin iyi bir olduğu, siyasetin ikincil kaldığı bir çağdı.” 194
“Mickiewicz yeni bir tür Balzac gerçekçiliğini beğenmiyordu ve kaba bir biçimde Paris’te yayınlanan kitaplarının üçte ikisi İskenderiye Kütüphanesi gibi yansa, bunun hiçbir kayıp anlamına gelmeyeceğini söylemişti.” 213
“İmparatorluk başkentine Konstantinopolis veya Bizantium diyoruz; Vikingler buraya Micklegard demişlerdi; Türkler, Yunanca eis tin polin ‘şehre’ sözlerinden gelme İstanbul dediler.” 232
“1846’ya gelindiğinde okul müdürleri Gümüşhane’ye hayali ‘Argyropolis’ adını takmışlardı diye. (Haldiyalı öğretmen Triantophyllides) Gelişmeleri anlatıyor. Ulus inşasının tipik bir örneği olarak öğretmenler Pontus’u yalnız Bizans değil Perikles Atina’sını da kullanarak yeniden ürettiler. Karadeniz çevresindeki bütün Yunan dünyasında aynı süreç yaşanıyordu. Öğretmenler ve okul programları Atina’dan geliyor, beraberinde Karadeniz Rum-Hıristiyan topluluklarını ‘Yunan’ ulusuyla bağlantılandıran yeni Yunanlılık kavramını da getiriyordu.” 237
“Ama Pontus Rumları hiç de bitmedi. Çocukları geniş dağılım gösteren bir anayurttan geldikleri için Pontus diaspora haline geldi. Diasporanın bir bölümü şimdi Yunanistan’da yaşıyor, öteki Yunanlılar için şaşırtıcı, içe dönük, ulus içinde ulus olarak kalmaya devam ediyor. Öteki bölüm Sovyetler Birliği’nin kale duvarları ardında yok oldu ve dış dünya, Yunanlıların çoğu da dahil, onları unuttu. Ama onlar, sonunda anlaşıldı ki, Pontus veya Yunanistan’ı unutmamışlar.” 238
“Kemalizm, ideoloji olarak, Avrupa’da on dokuzuncu yüzyıl sonunda ve yirminci yüzyıl başında geçerli olan ‘modern ulusçuluğun bazı aşırı kavramlarını benimsemiş. Homojenlik - tek dil-, tek din, tek volk - güçlü ve bağımsız devlet olmanın gerekliliklerinden sayılmış. Buradan, çok etnili, merkeziyetçi olmayan ve bazı bakımlardan hoşgörülü Osmanlı İmparatorluğu’nun kör kategori ve ayrımları kadar bu bilimsel ruha karşıt bir yapılanma olamayacağı sonucuna varılmış.
Bilim adamı Effie Voutria bunu çok güzel ortaya koymuştur. Ona göre reformdan önce Osmanlı devleti ‘resmin bütününün kendi örüntüsü varsa da, farklı renklerin çeşitliliği ve açık bir örüntü bulunuyormuş gibi oluşturdukları çoklukla bir Kokoschka resmi gibidir. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki farklı gruplar kabaca dinle, Ortodoks Hristiyan, Ermeni, Yahudi diye tanımlanır. Ama bu kriter bile Osmanlı tebaasından birinin Müslüman olma seçeneğiyle oldukça elastik tutulmuştur. ‘Tersine, modern dünya haritası, bütün şekil ve renklerin açık çizilmiş sınırları ve belirsizlikle üst üste geçişi olmadığı bir Modigliani resmi gibidir…(…) Reformcular ve hepsinden önce Mustafa Kemal Atatürk, bu tekil, çevresi iyi çizilmiş birincil renk bloklarına arzu duydular ve ‘Türkiye Türklerindir’ mantığı azınlıklara emniyet vermedi. Birinci Dünya Savaşı sırasındaki Ermeni olayları, Rumların ve öteki Ortodoks Hıristiyanların yurt dışına çıkarılması 1980’ler ve 1990’larda tekrar alevlenen Kürt ulusçuluğuna karşı acı mücadelenin öncülleriydi.
Daha küçük azınlıklar, bu dehşeti izleyerek, ölümcül suçlama ‘ayrılıkçılk”tan nasıl kaçınacaklarını öğrendiler. (…) ‘Lazlar kim?’ diye sormak, kaotik ulus tanımlarının inşa yerinde kaybolmak demek. (…) Dilleri, Lazuri, eski, neredeyse kaybolmuş bir dil ailesinden geliyor. Hint-Avrupa öncesi bir dil olan Lazca, Kafkasya’nın, öteki üyeleri Gürcüce (en büyüğü), Mingrelce ve Svanca olan Kartvel ailesinden geliyor. (…) Tarihte bir dönemde, Lazlar ülkelerini terk ettiler. ‘Kalkhis’ ve Kafkasları terk ederek Karadeniz’in güneydoğu köşesine, şimdi Türkiye olan topraklara geldiler, Mingreller ise, tersine, aha çok eski yerlerinde kaldılar; çoğu Gürcüler gibi Hıristiyan dinini benimsedi. (…) Lazlar 14. yüzyılda Müslümanlığa girdiler. 1864’de donunda Rus ordusu Kuzeybatı Kafkasya’daki kabile direnişini kırdı. Abhazya ve Gürcistan sahilindeki Müslüman halkın çoğu Osmanlı İmparatorluğu’na kaçtı veya sürüldü ve bir çok Laz da aynı felaketle sürüklendi. (…) Karaorman’da, güzel Schpfloch köyünde Wolfgang Feurstein adlı bir Alman bilim adamı yaşıyor. (…) Schopfloch’daki ahşap evde bir ulus yaratıyor.
(Faaliyetlerinden ötürü sınır dışı edilir.)
O zamandan beri, on beş yıldır; Feurstein yaşamının misyonunu Almanya’dan sürdürüyor. O ve ‘Kaçkar Kültür Merkezi’nden küçük bir grup gurbetçi Laz, Lazlar için yazılı kültür geliştirme görevini yüklenmiş durumdalar.” 257
“Bu entellektüeller, sözcüğün her anlamıyla ulus kalpazanlarıydı. Temel olarak köy ağzı veya sözlü gelenekleri kullanarak gerçek bütünüyle yeni olan modern dünyanın ulus devletine uyan siyasal topluluk modelleri kurmaya yöneldiler. (…) Eğer söylenecek başka söz kalmadıysa, o zaman Wolfgang Feurstein anakronizmden başka bir şey olamaz. O ancak so Herderci, bir ulus inşa eden son Avrupalı entelektüel olabilir. (…) Feurstein Laz Volk’unun basit bir öznellik olmadığına inanıyor. ‘Bu Avrupalı kafasıyla icat edilmiş bir şey değil! Her köyde, onların kültürlerine önem verdiğim görüldüğünde yüzlerin ve gözlerin aydınlığına tanık oldum. Onlara ulus,, folk veya etnisite deyin -buna aldırmıyorum. ‘Türkiye’de düzene uyum göstermemenin yaratacağı sorunları çok iyi bilen biri olarak, siyasal perspektifler koymama konusunda çok özenli: Schpfloch’daki merkez yalnızca bir Kulturkreis-kültürel araştırma gurubu, ama yolculuk bir kere başlamış ve yolculuğun ilk yılları daha şimdiden bildi bir yöne gidiyor.
Batılı akademisyenlerin de dahil olduğu eleştirmenlerine göre; Feurstein’in yaptığı ahlaki ve bilimsel olarak yanlış. Onların en kaba yaklaşımına göre ulusçuluk her durumda kötüdür ve bunu cesaretlendirmek dolayısıyla affedilebilir değildir. İkinci, daha zorlu itiraz noktasına göre, bir başka toplum üstüne araştırma yapan biri, araştırma yapmanın ötesine gitmemek zorundadır. Yabancı bir araştırmacının varlığının bile bir dereceye kadar inceleme konusu olan toplumda etki ve davranışlarda değişiklik yaratması kaçınılmaz olabilir fakat bu toplumun tartışmalarında taraf olmak, dahası geri dönülmez biçimde onun yaklaşımlarını değiştirmeye kalkışmak, canavarca bir tutumdur ve bilimsel sorumluluk anlayışının kötüye kullanılmasıdır.” 261-262
“İki ayrı sikkeyi değerlendiren bir nümizmat sahtesiyle daha fazla ilgilenir, çünkü o gerçeği yalnızca bir değerin işaret değil, aynı zamanda hayal gücünün de işaretidir.” 287
“Tarih -hammadde değil, ürün- etiketi konmamış şişedir. Yıllarca tarihsel tartışmaların vurgusu etiket (ikonografisi, hedef müşterisi) ve ilginç şişe imalat sorunları üstüne olmuştur. İçerikse, öte yandan, bilgiç, baştan savma bir surette tadılmış ve sonra tükürülmüştür. Yalnızca amatörler bunu yutar.” 297
“Ama her şeyi silip süpüren ahlaki çıkarımlar başka yerde yapılıyor. ‘Bizim uygarlığımız’ ve ‘onların barbarlığı’ arasındaki kutupluluk Olbia veya Khersonesos’daki İonya kolonilerinde değil, uzaklardaki Atina’da savaş zamanı entelektüellerince icat edildi.” 341

*Aporia

1. Sokrates’le kısa bir muhabbet kabinde aslında hiçbir şey bilmediğini fark ederek eblekleşme durumu.
2. Yunanca “gidiş yolu olmayış” veya “çıkmaz yol”a karşılık gelir, felsefi anlamıyla “açmaz” diye çevrilebilir. Aristo terimi sıkça tek tek alındığında inandırıcı olan ama bir bütün olarak bağdaşamaz, çatışan önermelerin yarattığı durumu açıklamak için kullanırdı. Açmazları çözmek için alternatif çözümler üretmeye çalışmak, derdi, felsefenin temel meselesidir.
Ascherson Karadeniz’in bir uluslar arberatoryumu olduğunu gösteriyor bize. Sanki kozmik bir büyüteç tutmuş Karadeniz’in üstüne ya da mikroskop; gelin bakın ve de görün, diye çağırıyor.

10 Nisan 2011 Pazar

Zara’yı Kirkor Ceyhan’la sevmek

Zara’yı Kirkor Ceyhan’la sevmek





Arabayı yavaşlattı, eliyle yayaya “geçiniz” işareti yaptı. Adam başını hafifçe çevirdi gülerek teşekkür etti.
İnsanın yanağı sözcüklerle de okşanır. “Yaşa evlat!.. İşte insanlık bu.. zor mu bunu yapmak?” deyip gururunu ısıttım. Hoşuna gitmişti. “
- Herkes bir olmuyor amca. Öyleleri var ki yol verdiğinde inadına yavaşlıyor kırıta kırıta geçiyor.
Böylece muhabbeti aralamış olduk.
Yağız bir delikanlıydı. Sivaslıymış.
- İçinden mi, diye sordum.
- Yok, Zaralıyım” dedi.
- Zara’yı da, Zaralıları da çok severim. Küçük, büyük demez değerbilir, ne güzel insanlardır Zaralılar! Cenneti bırakıp gelmişsin. Ne işin var bu cehennemde, dedim.
Çok memnun olmuştu.
- Haklısın amca, burada insanlık ölmüş. Dokunmasın sana, cereyan yapıyorsa camı kapatayım, dedi.
Zara’ya arada bir gidiyormuş. Babaları çok önceden gelmişlermiş. O burada doğmuş.
İnce Halil’i sordum. Duymuşluğu varmış ama bilmiyormuş.
- Olmadı bu şimdi.. o zaman bu türküyü de bilmiyorsundur, dedim, “Ezim ezim eziliyor yüreğim” diye başladım mırıldanmaya. Zaralı olup da İnce Halil’den bu türküyü dinlememiş olmak olmaz, dedim.
Şaşkın şaşkın
- Yoksa sen de mi Zaralısın?” dedi.
- Yok, Karadenizliyim, dedim.
Evin önüne kadar gelmiş olduk. İnerken para almak istemedi. Arabanın kendi malı olduğunu söyleyip dayattı. Zorla verdim.
- Ver elini öpeyim, dedi.
Öptürmedim. Birkaç adım attım, kapının ziline dokunacakken cayıp eve girmeksizin biraz yürüdüm.
“Nasıl da buldun Zaralının damarını; geçmişini methettin mi, çek al yüreğini göğüs kafesinden, kopar al.” cümlesi aklımdan geçince, içimden, “Sen çok yaşa Kirkor Emmi!”* diye bağırdım.
Ben Zara’yı Kirkor Ceyhan’ın bu sözcüklerin geçtiği kitabıyla sevmiştim.

* CEYHAN, Kirkor, “Atını Nalladı Felek Düştü Peşimize”, Aras Yayıncılık.

1 Mart 2011 Salı

nüfus niye patladı? (parantezi bol bir öykü) ekmel denizer

Ciddiyeti ele aldım bugünlerde. Değil mi ki, ağzımdaki sakızı atıp ceketimi ilikleyince gayet ciddi olabiliyorum, o halde ben de -belleğimin elverdiği kadarıyla- ciddi olmaya çalışarak yazacağım. O zaman ortada sorun morun kalmıyor, diyorum. Ama ciddiyet eve gelince çözülen bir kravat gibi askıya asılmıyor. Ele aldım dediysem de ciddiyet soyut bir şey. Bir şeyin ele alınabilirliği onun somut bir şey olduğunu gösterse bile bu durumda gülemiyorum. Madem ceketimin önünü ilikledim ve kapıyı tıklayıp ‘giriniz’i duyduktan sonra içeri girdim, o zaman bir şeye kafa yormam gerek, örneğin nüfus niye patladı?.. İşte adam gibi bir soru! (zaten soru işareti koca kafalı bir adama benzer ya, diyerek, düşüncemi bölmemek için parantezi açtığım gibi kapatıyorum). Nüfusun patlaması demografiyi ilgilendirir de sosyolojiyi ilgilendirmez mi? (En az onun kadar ilgilendirir şeklinde yanıtlanacak bir soru bu, diye savuşturularak yazının sulandırılmadan ciddiyetle ilerlemesine sevinilir). (Güzeel!..) Sosyolojiden çok daha çok beni ilgilendirir. Nedeni de nüfus patlamasından ölesiye korkmamdır. Çünkü insan sayısının artması bana savaşların çıkacağı kaygısını verir. Bunu düşüncelerimden çok önce güdülerimle sezinliyorum. (Böyle düşünmeme Nuri de hak verecektir. Fakat, uzunca bir ‘fakaat’ çektikten sonra ne diyeceğini şimdiden kestiremediğimden hazırlıklı olmalıyım. “Nuri sen parantezin içinde kal biraz!”).
Nüfus, dişil bir sözcüktür. Yani doğurgandır. Kimden döllendiğine gelince; silah tacirlerinden, siyasetçilerden ve türlü beyaz eşya üreticilerine kadar “uzayıp giden o tren yolları” gibi uzar gider, upuzun bir liste olur ki, bunun içine buzdolabı, çamaşır makinesi girdiği gibi çamaşır da kefen de keten de; “keten gömlek eni dar / beni bırakıp giden yar” türküsü de girer.
1963 yılında askerlik çağına gelmişlerin yani yirmi yaşında olan erkeklerin sayısı sağı-solu,altı-üstü tüm olağan dışılıklarla artar. Savaş yıllarında annem ve babam hayli çalıştıklarından, 1940-41-42-44 yıllarında ardı ardına, ablam, ağabeyim, ben ve kardeşim doğarız. (devlet zoruyla değil, ama doğarız…) İkinci Dünya Savaşı’nın 38 milyon açığını kapatmak için doğmak zorundayızdır.
Avukatlar, mühendisler, muhasebeciler, yönetmen yardımcıları, doktorlar, tuhafiyeciler, itfaiyeciler, ayakkabıcılar, ayakkabı boyacıları (göz boyayıcılar hariç) ölmüş olunca, silahlar, çamaşır makineleri, buzdolapları kime satılacaktır?
Siyasiler kimden alacaklardır oylarını? Bunları üretenler sıcak yataklarında karıcıklarının yanında yatarken neyle şişirecekler karıncıklarını… Kim girer metres olarak koynuna onların?
KÖYLÜLER ÖLDÜ!...
Şimdilerde anne babalarımızın rolüne soyunmamız, bir tür nöbet değişimi; altın sarısı mısır taneleri gibiyiz, ateşin üstündeki bir tavada patlayıp bembeyaz kefenlerimizi giyeceğiz.
Korkumun sosyolojiden çok daha önce beni neden ilgilendirdiğini ağırbaşlılıkla anlatabildim mi, bilmem…
Acaba yazımın adını “Korkumun nedeni” diye değiştirsem mi?

nüfus niye patladı?

Ciddiyeti ele aldım bugünlerde. Değil mi ki, ağzımdaki sakızı atıp ceketimi ilikleyince gayet ciddi olabiliyorum, o halde ben de -belleğimin elverdiği kadarıyla- ciddi olmaya çalışarak yazacağım. O zaman ortada sorun morun kalmıyor, diyorum. Ama ciddiyet eve gelince çözülen bir kravat gibi askıya asılmıyor. Ele aldım dediysem de ciddiyet soyut bir şey. Bir şeyin ele alınabilirliği onun somut bir şey olduğunu gösterse bile bu durumda gülemiyorum. Madem ceketimin önünü ilikledim ve kapıyı tıklayıp ‘giriniz’i duyduktan sonra içeri girdim, o zaman bir şeye kafa yormam gerek, örneğin nüfus niye patladı?.. İşte adam gibi bir soru! (zaten soru işareti koca kafalı bir adama benzer ya, diyerek, düşüncemi bölmemek için parantezi açtığım gibi kapatıyorum). Nüfusun patlaması demografiyi ilgilendirir de sosyolojiyi ilgilendirmez mi? (En az onun kadar ilgilendirir şeklinde yanıtlanacak bir soru bu, diye savuşturularak yazının sulandırılmadan ciddiyetle ilerlemesine sevinilir). (Güzeel!..) Sosyolojiden çok daha çok beni ilgilendirir. Nedeni de nüfus patlamasından ölesiye korkmamdır. Çünkü insan sayısının artması bana savaşların çıkacağı kaygısını verir. Bunu düşüncelerimden çok önce güdülerimle sezinliyorum. (Böyle düşünmeme Nuri de hak verecektir. Fakat, uzunca bir ‘fakaat’ çektikten sonra ne diyeceğini şimdiden kestiremediğimden hazırlıklı olmalıyım. “Nuri sen parantezin içinde kal biraz!”).
Nüfus, dişil bir sözcüktür. Yani doğurgandır. Kimden döllendiğine gelince; silah tacirlerinden, siyasetçilerden ve türlü beyaz eşya üreticilerine kadar “uzayıp giden o tren yolları” gibi uzar gider, upuzun bir liste olur ki, bunun içine buzdolabı, çamaşır makinesi girdiği gibi çamaşır da kefen de keten de; “keten gömlek eni dar / beni bırakıp giden yar” türküsü de girer.
1963 yılında askerlik çağına gelmişlerin yani yirmi yaşında olan erkeklerin sayısı sağı-solu,altı-üstü tüm olağan dışılıklarla artar. Savaş yıllarında annem ve babam hayli çalıştıklarından, 1940-41-42-44 yıllarında ardı ardına, ablam, ağabeyim, ben ve kardeşim doğarız. (devlet zoruyla değil, ama doğarız…) İkinci Dünya Savaşı’nın 38 milyon açığını kapatmak için doğmak zorundayızdır.
Avukatlar, mühendisler, muhasebeciler, yönetmen yardımcıları, doktorlar, tuhafiyeciler, itfaiyeciler, ayakkabıcılar, ayakkabı boyacıları (göz boyayıcılar hariç) ölmüş olunca, silahlar, çamaşır makineleri, buzdolapları kime satılacaktır?
Siyasiler kimden alacaklardır oylarını? Bunları üretenler sıcak yataklarında karıcıklarının yanında yatarken neyle şişirecekler karıncıklarını… Kim girer metres olarak koynuna onların?
KÖYLÜLER ÖLDÜ!...
Şimdilerde anne babalarımızın rolüne soyunmamız, bir tür nöbet değişimi; altın sarısı mısır taneleri gibiyiz, ateşin üstündeki bir tavada patlayıp bembeyaz kefenlerimizi giyeceğiz.
Korkumun sosyolojiden çok daha önce beni neden ilgilendirdiğini ağırbaşlılıkla anlatabildim mi, bilmem…
Acaba yazımın adını “Korkumun nedeni” diye değiştirsem mi?

26 Şubat 2011 Cumartesi

Anja Meulenbelt, "Kayıp Zaman"dan alıntılar:

Meulenbelt (Utrecht 1945) Ünlü kadın hakları savunucusu.

Altmışını geçtiği halde hala çoktan ölmüş annesiyle hesaplaşan epeyce kadın var.” 31

“Ya şimdi otobiyografik bir şeyler üzerinde çalışıyor muyum?
Elbette kendi kendimin yanında otururken, kendi kendimi uyduruyorum.” 32

“Herkesin bir çiftin parçası olarak yaşadığı bu Pazar günü duygusuna uzun zamandan beri sahip değilim (…) Bir sığınağa, Pazar günlerinin Pazar günü gibi olmadığı bir yere sahip olmak için…” 34

“Şimdi zaman tekrar normal boyutlarını kazandı, bir saat yine altmış dakika.” 37

“Eğer bu anıta tekme atarsan ancak ayağını yaralarsın.” 68

“Bütün sempatik adamlar ya evlidir ya eşcinsel.” 90
“Alman Televizyonunda; benim karşıtım olan kadın bunu başaramayanların tembel ve yetersiz olduğunu iddia ediyor. Yine öfkelenmem için bir neden. Onca kadının başarının bedelini aşkı yitirerek ödediği hiç dikkatinizi çekmedi mi?” 101

“Yaşlanmaktan acı çektiğimi hesaba katmamıştım. Bu bana daha çok, güzel bulunmaya alışmış kadınlara ait bir sorunmuş gibi geliyordu. Erkeklere gösterdiği dış cila eninde sonunda döküldüğünde bir kadının dış görünümünden başka bir şey geliştirmemiş olduğunun anlaşılması ne trajik; en azından benim başıma gelmeyecek.” 101

“Bence en kötüsü ne biliyor musun? diyor ‘Eskiden büyük çocuklarım olduğunu anlattığımda herkes şaşardı. Şimdi bunu herkes normal karşılıyor. Bunun beni nasıl incittiğini tahmin edemezsin.” 103

“Kırk yedinci yaş günümde benim için çiçekler geldi, G’den. Artın üzerinde şunlar yazıyor: Ben kırk yedi olmanın nasıl olduğunu uzun zamandan beri biliyorum. Güzeldir. Sevgili G.” 108

“Nelleke Nicolai bir konferansında, bize acı veren annelerimizin fazlası değil, babalarımızın eksiği, demişti.” 116

“Terapistim, Freud’dan bir alıntı yaptı: ‘Bir insan çalıştığı ve sevdiği sürece sağlıklıdır.” 118

“Bir Filistinli çocuğa nereli olduğunu soracak olsanız, içinde doğmuş olmadığı ve artık mevcut olmayan bir köyün adını söyler. “ 120

“Şunu dikkate alalım: Kurbana en büyük acıyı veren, ezenin acımasızlığı değil, aksine çevresindekilerin suskunluğudur’ Ellie Wiesel.”141

“…Terapistim ‘belki sende her şeyden önce başkaları için var olma duygusu var’ dedi.” 143
“Bir doğumdaki acı da kötüdür, ama daha sonra bir çocuk, yeni bir insan vardır. Aşk acısıyla insan açık bir hesabı karşılar.” 150

Anja Meulenbelt, "Kayıp Zaman"
Çeviren: İlknur İgan
Ayrıntı Yayınları Nisan 1996, 180 s.

25 Şubat 2011 Cuma

Venüs ikonografisi ( E.D. Deneme)

Bir sözcük güzelinin insanı şiir yazmaya sürüklediğini bilenlerdenim. Yazdıklarımın çokçasını güzel bir sözcüğün büyüsüyle yazmışımdır. Yazmanın ne zor bir iş olduğunu anlatan M. Duras’nın; “İnsan ne yazacağını bilseydi yazmazdı” dediği gibi; esinsiz olmuyor. Her sanatçının içinde, ne zaman çalacağı belli olmayan ve çaldığında, şairin şiire, ressamın resme koyulacağı bir çalar saat vardır. İşte o zaman, Dede Efendi, -oturduğu yerde- elini dizine usulüne göre vurarak bestesine başlar ve -oturduğu yerden kalkan- Usta Rodin, taşın fazlasını yontmaya başlar. Yazamamanın sancısıyla dalıp gittiğim anlardan birinde, karşımdaki (duvar olmayan) bir duvarda yürüyen bir böcek ilgimi çeker. Aslında bu; tılsımının duygularıma sürtünmesiyle kalemimin kaymaya başlayacağını bildiğim ve büyülü bir böcek gibi beklediğim bir sözcüktür. Böyle bir gün, en güzel sözcük nedir, diye soracağım geldi aklıma. Gelmez olaydı; yanıtı ne yaman bir soruymuş meğer. Ne anadan geçiliyor, ne yardan. Her sözcük bir diğerinden güzel… Saydıkça saydım.. tükenene kadar saydım. Çıkamayacağım sandım bu işin içinden. Ta ki, rafın üzerindeki ufacık Milo Venüs’ümün bana göz kırpışına kadar. Ve ansızın güzel sözcüğünün en güzel sözcük olduğunda karar kıldım. Bir, oh, çekercesine rahatladım da Karacaoğlan’ın(?) ezgisi yerleşiverdi dudaklarıma:
Güzel, ne güzel olmuşsun, görülmeyi görülmeyi
Siyah zülfün harelenmiş, örülmeyi örülmeyi…
Gerçek bir esin perisi Venüs’üm karşımda hala bana bakıyor ve işte sana konu.. yaz, diyor…
Evrenin sonsuz uzanımında hiçbir sözcük onun kadar engin bir anlam içermiyor, gibi gelir bana. Güzel; kesinlikle tanrısal bir sözcüktü.
İnsanlık güzeli tanımakla başladı. Ulu Yaradan, zaten Adem’den önce güzeli yarattı ve sanat, ademoğlunun güzelin ayrımına varmasıyla doğdu. Güzel karşıtsızdır. Çirkin, karşıtı değil, yine onun doğurduğu bir cumartesi çocuğudur. Onun için de; daha hızlı ürüyor olabilir.
Göz, güzelin bir kez olsun farkına vardıktan sonra, bir görme organından çok ötede (-gönül gözü de denilen- aşamaya vardığında) doymadan araştıracağı güzeli arar ya da o güzeli bulmanın bitmek bilmeyen yolculuğuna koyulurdu.
Dişiliğin sözcüğüdür güzel. Güzelin, kadınla simgeleşmesiyle, savaşların altında yatan gerçek nedenlerden biri; “kadını bul” yatar. Yani güzel kadını. Kralların sadık bendeleri, falanca diyarın dillere destan prensesini esir edip krallarına sunmak için, sarp kayalıklar üzerindeki kaleleri kuşatır, ölesiye saldırırlar. Savaşların nedenleri arasında “bu böyle biline”liğin varlığı yadsınamaz…
Ne biliyorsam yazacağım şimdi. Eski Yunan boyalı seramiklerinden, Boticelli’ye, Yaşlı Lucas’tan, Uffizi, Prado, Burdur ve nice müzeleri ve koleksiyonlardan edindiklerimin tümünün resimlerini göstereceğim. Bilimsellikten uzak, masalsı bir anlatım olacak ve belki de alınacak bundan, gururu incinecek, ikonografyanın. Ama olsun, ben böylesini yeğleyeceğim. Bir ikonografi denilebilirse, işte böylece başlıyor olsun, “Venüs İkonagrafisi”nin öyküsü.
O, tanrıçalaştırıldı.
Çokçok eskiden İŞTAR, ASTARTE dendi. Her dilde ve her zaman bir adı oldu. Afrodit, Venüs, Zühre, Çulpan, dendi. İskitler bir şiir sözcüğü gibi ARTİNPASA, biz Türkler SEVİT, dedik. Göklere çıkarıp KERVANKIRAN, SEHER YILDIZI, ÇOBAN YILDIZI dedik.
Devam edecek…