1 Mart 2011 Salı

nüfus niye patladı? (parantezi bol bir öykü) ekmel denizer

Ciddiyeti ele aldım bugünlerde. Değil mi ki, ağzımdaki sakızı atıp ceketimi ilikleyince gayet ciddi olabiliyorum, o halde ben de -belleğimin elverdiği kadarıyla- ciddi olmaya çalışarak yazacağım. O zaman ortada sorun morun kalmıyor, diyorum. Ama ciddiyet eve gelince çözülen bir kravat gibi askıya asılmıyor. Ele aldım dediysem de ciddiyet soyut bir şey. Bir şeyin ele alınabilirliği onun somut bir şey olduğunu gösterse bile bu durumda gülemiyorum. Madem ceketimin önünü ilikledim ve kapıyı tıklayıp ‘giriniz’i duyduktan sonra içeri girdim, o zaman bir şeye kafa yormam gerek, örneğin nüfus niye patladı?.. İşte adam gibi bir soru! (zaten soru işareti koca kafalı bir adama benzer ya, diyerek, düşüncemi bölmemek için parantezi açtığım gibi kapatıyorum). Nüfusun patlaması demografiyi ilgilendirir de sosyolojiyi ilgilendirmez mi? (En az onun kadar ilgilendirir şeklinde yanıtlanacak bir soru bu, diye savuşturularak yazının sulandırılmadan ciddiyetle ilerlemesine sevinilir). (Güzeel!..) Sosyolojiden çok daha çok beni ilgilendirir. Nedeni de nüfus patlamasından ölesiye korkmamdır. Çünkü insan sayısının artması bana savaşların çıkacağı kaygısını verir. Bunu düşüncelerimden çok önce güdülerimle sezinliyorum. (Böyle düşünmeme Nuri de hak verecektir. Fakat, uzunca bir ‘fakaat’ çektikten sonra ne diyeceğini şimdiden kestiremediğimden hazırlıklı olmalıyım. “Nuri sen parantezin içinde kal biraz!”).
Nüfus, dişil bir sözcüktür. Yani doğurgandır. Kimden döllendiğine gelince; silah tacirlerinden, siyasetçilerden ve türlü beyaz eşya üreticilerine kadar “uzayıp giden o tren yolları” gibi uzar gider, upuzun bir liste olur ki, bunun içine buzdolabı, çamaşır makinesi girdiği gibi çamaşır da kefen de keten de; “keten gömlek eni dar / beni bırakıp giden yar” türküsü de girer.
1963 yılında askerlik çağına gelmişlerin yani yirmi yaşında olan erkeklerin sayısı sağı-solu,altı-üstü tüm olağan dışılıklarla artar. Savaş yıllarında annem ve babam hayli çalıştıklarından, 1940-41-42-44 yıllarında ardı ardına, ablam, ağabeyim, ben ve kardeşim doğarız. (devlet zoruyla değil, ama doğarız…) İkinci Dünya Savaşı’nın 38 milyon açığını kapatmak için doğmak zorundayızdır.
Avukatlar, mühendisler, muhasebeciler, yönetmen yardımcıları, doktorlar, tuhafiyeciler, itfaiyeciler, ayakkabıcılar, ayakkabı boyacıları (göz boyayıcılar hariç) ölmüş olunca, silahlar, çamaşır makineleri, buzdolapları kime satılacaktır?
Siyasiler kimden alacaklardır oylarını? Bunları üretenler sıcak yataklarında karıcıklarının yanında yatarken neyle şişirecekler karıncıklarını… Kim girer metres olarak koynuna onların?
KÖYLÜLER ÖLDÜ!...
Şimdilerde anne babalarımızın rolüne soyunmamız, bir tür nöbet değişimi; altın sarısı mısır taneleri gibiyiz, ateşin üstündeki bir tavada patlayıp bembeyaz kefenlerimizi giyeceğiz.
Korkumun sosyolojiden çok daha önce beni neden ilgilendirdiğini ağırbaşlılıkla anlatabildim mi, bilmem…
Acaba yazımın adını “Korkumun nedeni” diye değiştirsem mi?

nüfus niye patladı?

Ciddiyeti ele aldım bugünlerde. Değil mi ki, ağzımdaki sakızı atıp ceketimi ilikleyince gayet ciddi olabiliyorum, o halde ben de -belleğimin elverdiği kadarıyla- ciddi olmaya çalışarak yazacağım. O zaman ortada sorun morun kalmıyor, diyorum. Ama ciddiyet eve gelince çözülen bir kravat gibi askıya asılmıyor. Ele aldım dediysem de ciddiyet soyut bir şey. Bir şeyin ele alınabilirliği onun somut bir şey olduğunu gösterse bile bu durumda gülemiyorum. Madem ceketimin önünü ilikledim ve kapıyı tıklayıp ‘giriniz’i duyduktan sonra içeri girdim, o zaman bir şeye kafa yormam gerek, örneğin nüfus niye patladı?.. İşte adam gibi bir soru! (zaten soru işareti koca kafalı bir adama benzer ya, diyerek, düşüncemi bölmemek için parantezi açtığım gibi kapatıyorum). Nüfusun patlaması demografiyi ilgilendirir de sosyolojiyi ilgilendirmez mi? (En az onun kadar ilgilendirir şeklinde yanıtlanacak bir soru bu, diye savuşturularak yazının sulandırılmadan ciddiyetle ilerlemesine sevinilir). (Güzeel!..) Sosyolojiden çok daha çok beni ilgilendirir. Nedeni de nüfus patlamasından ölesiye korkmamdır. Çünkü insan sayısının artması bana savaşların çıkacağı kaygısını verir. Bunu düşüncelerimden çok önce güdülerimle sezinliyorum. (Böyle düşünmeme Nuri de hak verecektir. Fakat, uzunca bir ‘fakaat’ çektikten sonra ne diyeceğini şimdiden kestiremediğimden hazırlıklı olmalıyım. “Nuri sen parantezin içinde kal biraz!”).
Nüfus, dişil bir sözcüktür. Yani doğurgandır. Kimden döllendiğine gelince; silah tacirlerinden, siyasetçilerden ve türlü beyaz eşya üreticilerine kadar “uzayıp giden o tren yolları” gibi uzar gider, upuzun bir liste olur ki, bunun içine buzdolabı, çamaşır makinesi girdiği gibi çamaşır da kefen de keten de; “keten gömlek eni dar / beni bırakıp giden yar” türküsü de girer.
1963 yılında askerlik çağına gelmişlerin yani yirmi yaşında olan erkeklerin sayısı sağı-solu,altı-üstü tüm olağan dışılıklarla artar. Savaş yıllarında annem ve babam hayli çalıştıklarından, 1940-41-42-44 yıllarında ardı ardına, ablam, ağabeyim, ben ve kardeşim doğarız. (devlet zoruyla değil, ama doğarız…) İkinci Dünya Savaşı’nın 38 milyon açığını kapatmak için doğmak zorundayızdır.
Avukatlar, mühendisler, muhasebeciler, yönetmen yardımcıları, doktorlar, tuhafiyeciler, itfaiyeciler, ayakkabıcılar, ayakkabı boyacıları (göz boyayıcılar hariç) ölmüş olunca, silahlar, çamaşır makineleri, buzdolapları kime satılacaktır?
Siyasiler kimden alacaklardır oylarını? Bunları üretenler sıcak yataklarında karıcıklarının yanında yatarken neyle şişirecekler karıncıklarını… Kim girer metres olarak koynuna onların?
KÖYLÜLER ÖLDÜ!...
Şimdilerde anne babalarımızın rolüne soyunmamız, bir tür nöbet değişimi; altın sarısı mısır taneleri gibiyiz, ateşin üstündeki bir tavada patlayıp bembeyaz kefenlerimizi giyeceğiz.
Korkumun sosyolojiden çok daha önce beni neden ilgilendirdiğini ağırbaşlılıkla anlatabildim mi, bilmem…
Acaba yazımın adını “Korkumun nedeni” diye değiştirsem mi?