22 Nisan 2011 Cuma

Neal Ascherson "Karadeniz"

Neal Ascherson
Karadeniz
Çeviren: Kudret Emiroğlu
İş Bankası Kültür Yayınları, 2. Basım, Aralık 2002, 376 s.
10 Ocak 2004
Elimden düşürmeyeceğim güzellikteki bu kitabı bana armağan eden sevgili arkadaşım Kaya Sükan’a ne kadar teşekkür etsem azdır.

“Karadeniz’i tarihe sokan balıktır.” 19
“Hitler’in kendisi, kişisel olarak, tarih üretmekle görevli üçüncü Reich daireleriyle ilgilenmedi. Bu heyecanı çoğunlukla Rosenberg’e ve Himmler’e bıraktı ve onların arkeoloji heyecanı Hitler’e bir defasında şu soruyu sordurmuştu: ‘Neden bütün dünyaya biz Almanların bir geçmişi olmadığını göstermek içi bu kadar ısrarlısınız?” 45
“Kısa süre önce Tuna ağzındaki eski Yunan kolonisi İstria yakınında, altından muhteşem bir mühür yüzük bulundu. Üstüne, atkuyruğu saçıyla tacı olan bilinmeyen bir tanrıça resmi vardı, aynada kendisine bakıyordu ve altında SKYLEO adı kazınmıştı. Bu eşya, arkeoloji tarihinde kaybolmuş olan ve bulunduğunda sahibinin kimliği anlaşılan nadir örneklerden biridir. Skyles veya Skylos Heredotos’un hikayesinin merkezinde yer alan adamın adıdır. Bu hikaye daha farklı ve daha uğursuz bir tür olan aporia * anlatır; yaşam biçimleri arasında bir kültürden ötekine geçişi engelleyen görünmez sınırlar üstünedir.
Skyles, Yunan şehri Olbia’nın başını döndürdüğü bir İskit prensiydi. İkiye bölünmüştü şehir duvarları dışında, arabaları, sürüleri ve ritüelleriyle karmaşık bir geleneksel toplumu yöneten bir step yöneticisiydi. Ama şehir duvarları içinde Yunanlı oluyordu. Skyles’in Olbia’da Yunanlı bir karısı vardı ve şehir kapılarından içeri girdiğinde göçebe elbiselerini Helen kıyafetiyle değiştirirdi. (…) Bir gün, bir grup İskit, Olbia şehrinin duvarlarından Diyonysos gizemleri festivalini seyretmenin bir yolunu buldular. Orada Skyles’i Diyonysos tören kıyafetleri içinde kutsal alayın başında sokaklarda döne döne ilerlerken gördüler. (…) bunun anlamı Skyles’in aşılmaz sınırı aşmasıydı: Diyonysos törenlerine kabul edilmeye razı olarak, İskit kimliğine ihanet etmiş ve Yunanlı olmuştu. (…) Skyles kendi kardeşi tarafından öldürüldü.(…) Skyles, iki ayrı dünya arasında seçim yapmak istemediği, ikisinde aynı anda yaşamayı denediği ve başarısız olduğu için öldü.” 81
“Skyles öyküsü tam bir Karadeniz öyküsü. Yalnızca yeni ile karşılaşmayı değil, dünyalar arasındaki uzaklığı da anlatıyor. Bu uzaklık kültürel, zihindeki bir sınır olabilir veya fiziksel olabilir. Önemli olan, insanın aynı anda iki kişi olamayacağı, fakat iki kültür arasındaki böyle bir uzaklığı aştığında yolculuğun sonunda farklı bir kişi haline geleceğidir.” 82
“Berberi terimi Yunan dünyasında yabancı dillere ilişkin, anlaşılmayan bir dilin ‘bar-bar’ sesinden bir yanılsama olarak kullanılmaya başlandı.” 85
“İmparatorluk çağının Victoria dönemi bilim adamları İlyada’yı ‘berber’ ve ahlak olarak da aşağı Trakyalılara karşı uygarlığın zaferi diye yanlış anlamışlardır.” 85
“Atina ideolojisinin yabancı ve itici bulduğu her şey artık ‘canavar’dan ‘barbar’a dönüştürülmüştü.” 85
“Birlikte doğan ikizler uygarlık ve barbarlık, çok geçmeden uzun ömürlü bir daha kavuştular: oryantalizm söylemi.” 86
“Otopsi sözcüğü, Yunanlılar icat ettiğinde, kendi gözüyle görmek demekti. Bu sözcük bireyciliğin ve zihnin bağımsızlığının, insanın gözüyle gördükleriyle karar vermesinin ifadesidir. Ortaçağ sonlarından itibaren otopsi otorite ile savaşa girdi; otoriteye göre doğal dünya ve coğrafyası miras alınan Greko-Romen mirasla ebedi biçimde dile getirilmişti. Otorite yanlıları için, bundan sonraki bütün araştırmalar ancak scohlia yani var olan bilgi dağarcığına şerh ve yorum olarak katkıda bulunmak için olabilirdi. Ama otopsi yanlılarına göre, seyahat, keşif veya akıl yürüterek araştırma yapmak, tamamıyla yeni olguları, eskilerin bilmediği yeni dünyaları ortaya çıkarabilirdi.
Okuyucularını hiç bilinmedik bir konuda ikna etmek için, ikna etmeye çalışan kişinin bir anlatımı olmalıydı ve bu anlatıyı birinci tekil kişi, ‘ben gördüm’, ‘ben duydum! ‘ben yaşadım’ diye sürdürmesi gerekiyordu. Bartoleme’de la Casas 1527’de Historia de las Indias’a (Kızılderililer Nasıl Yok Edildi? Çeviren: Meryem Ural, Şule Yayınları, İst., 1997) başladığında, ‘Bütün İspanya’ya bu Hint Okyanusu’nda gördüklerimin gerçek öyküsünü ve doğru açıklamalarını bildirmenin yarattığı büyük ve nihai ihtiyaçla yazıyorum’ demekteydi ve V. Charles’ın bir bakanına kendisinin, ‘Hint adalarına giden en yaşlı kişi’ olduğunu söylemiş ve ‘Orada bulunduğum o kadar yıl içinde kendi gözlerimle bir çok şey gördüm, yalan olabilecek öyküler okumadım, bunun yerine çok şey yaşadım’ demişti.(…)
“Klasik dünyanın kendisinde, otopsi anlatımı bilinmiyor değildi ama nadirdi. Histor sözcüğü öncelikle gözüyle ve özellikle de mahkemede tanık olmak demekti ve Heredotos eserine Historiai başlığını seçtiğinde, ‘araştırma’yı, bir araştırmacının vardığı kişisel sonuçları vurgulamaktaydı.” 91-92
“1960’lardan beri Britanya arkeolojisinin kıdemlisi olan Sir Mortimer Whealer, arkeolojinin meslek değil kan davası olduğunu söyledi.” 103
“… Bütün yargılardan, Avrupa’da hala yaygın olan, yerleşik tarımcılık ve tarımsal ürün yetiştiren köylülüğün, göçebelikten sonra ileri doğru büyük bir ilerleme olduğu biçimindeki popüler kabul ediş çıkmıştır. Burada sahte antropoloji temel Avrupa kabusunu besler: Hareket halindeki halklar korkusu.” 104
“Görünürde altında dik duran bir adam olmadan Karadeniz çayırlarında manzara eksik kalıyor.” 145
“İ.Ö. 529’da İran dili konuşan Massagetlerin kraliçesi Tomris’in Persli Büyük Kyros’u öldürdüğü ve başını ganimet olarak aldığı söylenir.” 156
“Çehov’un öyküsünden: ‘dirseğiniz yakındır ama ısıramazsınız. Hazine var ama onu bulacak zeka yok’.” 172
“Bunlar mikrofon çağından önce oluyordu. Hala iyi birinin iyi bir olduğu, siyasetin ikincil kaldığı bir çağdı.” 194
“Mickiewicz yeni bir tür Balzac gerçekçiliğini beğenmiyordu ve kaba bir biçimde Paris’te yayınlanan kitaplarının üçte ikisi İskenderiye Kütüphanesi gibi yansa, bunun hiçbir kayıp anlamına gelmeyeceğini söylemişti.” 213
“İmparatorluk başkentine Konstantinopolis veya Bizantium diyoruz; Vikingler buraya Micklegard demişlerdi; Türkler, Yunanca eis tin polin ‘şehre’ sözlerinden gelme İstanbul dediler.” 232
“1846’ya gelindiğinde okul müdürleri Gümüşhane’ye hayali ‘Argyropolis’ adını takmışlardı diye. (Haldiyalı öğretmen Triantophyllides) Gelişmeleri anlatıyor. Ulus inşasının tipik bir örneği olarak öğretmenler Pontus’u yalnız Bizans değil Perikles Atina’sını da kullanarak yeniden ürettiler. Karadeniz çevresindeki bütün Yunan dünyasında aynı süreç yaşanıyordu. Öğretmenler ve okul programları Atina’dan geliyor, beraberinde Karadeniz Rum-Hıristiyan topluluklarını ‘Yunan’ ulusuyla bağlantılandıran yeni Yunanlılık kavramını da getiriyordu.” 237
“Ama Pontus Rumları hiç de bitmedi. Çocukları geniş dağılım gösteren bir anayurttan geldikleri için Pontus diaspora haline geldi. Diasporanın bir bölümü şimdi Yunanistan’da yaşıyor, öteki Yunanlılar için şaşırtıcı, içe dönük, ulus içinde ulus olarak kalmaya devam ediyor. Öteki bölüm Sovyetler Birliği’nin kale duvarları ardında yok oldu ve dış dünya, Yunanlıların çoğu da dahil, onları unuttu. Ama onlar, sonunda anlaşıldı ki, Pontus veya Yunanistan’ı unutmamışlar.” 238
“Kemalizm, ideoloji olarak, Avrupa’da on dokuzuncu yüzyıl sonunda ve yirminci yüzyıl başında geçerli olan ‘modern ulusçuluğun bazı aşırı kavramlarını benimsemiş. Homojenlik - tek dil-, tek din, tek volk - güçlü ve bağımsız devlet olmanın gerekliliklerinden sayılmış. Buradan, çok etnili, merkeziyetçi olmayan ve bazı bakımlardan hoşgörülü Osmanlı İmparatorluğu’nun kör kategori ve ayrımları kadar bu bilimsel ruha karşıt bir yapılanma olamayacağı sonucuna varılmış.
Bilim adamı Effie Voutria bunu çok güzel ortaya koymuştur. Ona göre reformdan önce Osmanlı devleti ‘resmin bütününün kendi örüntüsü varsa da, farklı renklerin çeşitliliği ve açık bir örüntü bulunuyormuş gibi oluşturdukları çoklukla bir Kokoschka resmi gibidir. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki farklı gruplar kabaca dinle, Ortodoks Hristiyan, Ermeni, Yahudi diye tanımlanır. Ama bu kriter bile Osmanlı tebaasından birinin Müslüman olma seçeneğiyle oldukça elastik tutulmuştur. ‘Tersine, modern dünya haritası, bütün şekil ve renklerin açık çizilmiş sınırları ve belirsizlikle üst üste geçişi olmadığı bir Modigliani resmi gibidir…(…) Reformcular ve hepsinden önce Mustafa Kemal Atatürk, bu tekil, çevresi iyi çizilmiş birincil renk bloklarına arzu duydular ve ‘Türkiye Türklerindir’ mantığı azınlıklara emniyet vermedi. Birinci Dünya Savaşı sırasındaki Ermeni olayları, Rumların ve öteki Ortodoks Hıristiyanların yurt dışına çıkarılması 1980’ler ve 1990’larda tekrar alevlenen Kürt ulusçuluğuna karşı acı mücadelenin öncülleriydi.
Daha küçük azınlıklar, bu dehşeti izleyerek, ölümcül suçlama ‘ayrılıkçılk”tan nasıl kaçınacaklarını öğrendiler. (…) ‘Lazlar kim?’ diye sormak, kaotik ulus tanımlarının inşa yerinde kaybolmak demek. (…) Dilleri, Lazuri, eski, neredeyse kaybolmuş bir dil ailesinden geliyor. Hint-Avrupa öncesi bir dil olan Lazca, Kafkasya’nın, öteki üyeleri Gürcüce (en büyüğü), Mingrelce ve Svanca olan Kartvel ailesinden geliyor. (…) Tarihte bir dönemde, Lazlar ülkelerini terk ettiler. ‘Kalkhis’ ve Kafkasları terk ederek Karadeniz’in güneydoğu köşesine, şimdi Türkiye olan topraklara geldiler, Mingreller ise, tersine, aha çok eski yerlerinde kaldılar; çoğu Gürcüler gibi Hıristiyan dinini benimsedi. (…) Lazlar 14. yüzyılda Müslümanlığa girdiler. 1864’de donunda Rus ordusu Kuzeybatı Kafkasya’daki kabile direnişini kırdı. Abhazya ve Gürcistan sahilindeki Müslüman halkın çoğu Osmanlı İmparatorluğu’na kaçtı veya sürüldü ve bir çok Laz da aynı felaketle sürüklendi. (…) Karaorman’da, güzel Schpfloch köyünde Wolfgang Feurstein adlı bir Alman bilim adamı yaşıyor. (…) Schopfloch’daki ahşap evde bir ulus yaratıyor.
(Faaliyetlerinden ötürü sınır dışı edilir.)
O zamandan beri, on beş yıldır; Feurstein yaşamının misyonunu Almanya’dan sürdürüyor. O ve ‘Kaçkar Kültür Merkezi’nden küçük bir grup gurbetçi Laz, Lazlar için yazılı kültür geliştirme görevini yüklenmiş durumdalar.” 257
“Bu entellektüeller, sözcüğün her anlamıyla ulus kalpazanlarıydı. Temel olarak köy ağzı veya sözlü gelenekleri kullanarak gerçek bütünüyle yeni olan modern dünyanın ulus devletine uyan siyasal topluluk modelleri kurmaya yöneldiler. (…) Eğer söylenecek başka söz kalmadıysa, o zaman Wolfgang Feurstein anakronizmden başka bir şey olamaz. O ancak so Herderci, bir ulus inşa eden son Avrupalı entelektüel olabilir. (…) Feurstein Laz Volk’unun basit bir öznellik olmadığına inanıyor. ‘Bu Avrupalı kafasıyla icat edilmiş bir şey değil! Her köyde, onların kültürlerine önem verdiğim görüldüğünde yüzlerin ve gözlerin aydınlığına tanık oldum. Onlara ulus,, folk veya etnisite deyin -buna aldırmıyorum. ‘Türkiye’de düzene uyum göstermemenin yaratacağı sorunları çok iyi bilen biri olarak, siyasal perspektifler koymama konusunda çok özenli: Schpfloch’daki merkez yalnızca bir Kulturkreis-kültürel araştırma gurubu, ama yolculuk bir kere başlamış ve yolculuğun ilk yılları daha şimdiden bildi bir yöne gidiyor.
Batılı akademisyenlerin de dahil olduğu eleştirmenlerine göre; Feurstein’in yaptığı ahlaki ve bilimsel olarak yanlış. Onların en kaba yaklaşımına göre ulusçuluk her durumda kötüdür ve bunu cesaretlendirmek dolayısıyla affedilebilir değildir. İkinci, daha zorlu itiraz noktasına göre, bir başka toplum üstüne araştırma yapan biri, araştırma yapmanın ötesine gitmemek zorundadır. Yabancı bir araştırmacının varlığının bile bir dereceye kadar inceleme konusu olan toplumda etki ve davranışlarda değişiklik yaratması kaçınılmaz olabilir fakat bu toplumun tartışmalarında taraf olmak, dahası geri dönülmez biçimde onun yaklaşımlarını değiştirmeye kalkışmak, canavarca bir tutumdur ve bilimsel sorumluluk anlayışının kötüye kullanılmasıdır.” 261-262
“İki ayrı sikkeyi değerlendiren bir nümizmat sahtesiyle daha fazla ilgilenir, çünkü o gerçeği yalnızca bir değerin işaret değil, aynı zamanda hayal gücünün de işaretidir.” 287
“Tarih -hammadde değil, ürün- etiketi konmamış şişedir. Yıllarca tarihsel tartışmaların vurgusu etiket (ikonografisi, hedef müşterisi) ve ilginç şişe imalat sorunları üstüne olmuştur. İçerikse, öte yandan, bilgiç, baştan savma bir surette tadılmış ve sonra tükürülmüştür. Yalnızca amatörler bunu yutar.” 297
“Ama her şeyi silip süpüren ahlaki çıkarımlar başka yerde yapılıyor. ‘Bizim uygarlığımız’ ve ‘onların barbarlığı’ arasındaki kutupluluk Olbia veya Khersonesos’daki İonya kolonilerinde değil, uzaklardaki Atina’da savaş zamanı entelektüellerince icat edildi.” 341

*Aporia

1. Sokrates’le kısa bir muhabbet kabinde aslında hiçbir şey bilmediğini fark ederek eblekleşme durumu.
2. Yunanca “gidiş yolu olmayış” veya “çıkmaz yol”a karşılık gelir, felsefi anlamıyla “açmaz” diye çevrilebilir. Aristo terimi sıkça tek tek alındığında inandırıcı olan ama bir bütün olarak bağdaşamaz, çatışan önermelerin yarattığı durumu açıklamak için kullanırdı. Açmazları çözmek için alternatif çözümler üretmeye çalışmak, derdi, felsefenin temel meselesidir.
Ascherson Karadeniz’in bir uluslar arberatoryumu olduğunu gösteriyor bize. Sanki kozmik bir büyüteç tutmuş Karadeniz’in üstüne ya da mikroskop; gelin bakın ve de görün, diye çağırıyor.

10 Nisan 2011 Pazar

Zara’yı Kirkor Ceyhan’la sevmek

Zara’yı Kirkor Ceyhan’la sevmek





Arabayı yavaşlattı, eliyle yayaya “geçiniz” işareti yaptı. Adam başını hafifçe çevirdi gülerek teşekkür etti.
İnsanın yanağı sözcüklerle de okşanır. “Yaşa evlat!.. İşte insanlık bu.. zor mu bunu yapmak?” deyip gururunu ısıttım. Hoşuna gitmişti. “
- Herkes bir olmuyor amca. Öyleleri var ki yol verdiğinde inadına yavaşlıyor kırıta kırıta geçiyor.
Böylece muhabbeti aralamış olduk.
Yağız bir delikanlıydı. Sivaslıymış.
- İçinden mi, diye sordum.
- Yok, Zaralıyım” dedi.
- Zara’yı da, Zaralıları da çok severim. Küçük, büyük demez değerbilir, ne güzel insanlardır Zaralılar! Cenneti bırakıp gelmişsin. Ne işin var bu cehennemde, dedim.
Çok memnun olmuştu.
- Haklısın amca, burada insanlık ölmüş. Dokunmasın sana, cereyan yapıyorsa camı kapatayım, dedi.
Zara’ya arada bir gidiyormuş. Babaları çok önceden gelmişlermiş. O burada doğmuş.
İnce Halil’i sordum. Duymuşluğu varmış ama bilmiyormuş.
- Olmadı bu şimdi.. o zaman bu türküyü de bilmiyorsundur, dedim, “Ezim ezim eziliyor yüreğim” diye başladım mırıldanmaya. Zaralı olup da İnce Halil’den bu türküyü dinlememiş olmak olmaz, dedim.
Şaşkın şaşkın
- Yoksa sen de mi Zaralısın?” dedi.
- Yok, Karadenizliyim, dedim.
Evin önüne kadar gelmiş olduk. İnerken para almak istemedi. Arabanın kendi malı olduğunu söyleyip dayattı. Zorla verdim.
- Ver elini öpeyim, dedi.
Öptürmedim. Birkaç adım attım, kapının ziline dokunacakken cayıp eve girmeksizin biraz yürüdüm.
“Nasıl da buldun Zaralının damarını; geçmişini methettin mi, çek al yüreğini göğüs kafesinden, kopar al.” cümlesi aklımdan geçince, içimden, “Sen çok yaşa Kirkor Emmi!”* diye bağırdım.
Ben Zara’yı Kirkor Ceyhan’ın bu sözcüklerin geçtiği kitabıyla sevmiştim.

* CEYHAN, Kirkor, “Atını Nalladı Felek Düştü Peşimize”, Aras Yayıncılık.