23 Mayıs 2011 Pazartesi

"Borges Ve Ben" Jorge Luis Borges

Jorge Luis Borges
Borges ve Ben
Çeviren. Celal Üster
Afa Yayınları, Şubat 1989, 111 s.




Kum Kitabı’na Yazarın Notu’ndan: “… Ben kendim ve dostlarım için yazıyorum, bir de zamanın geçmesini kolaylaştırmak için. 7

“… gibi kitaplarında düz yazıyla şiir arasındaki sınırı neredeyse tümüyle kaldırdı. Brodie’nin Raporu’nda ve Kum Kitabı’nda, okurlara, iç dünyasının derinliklerindeki labirentleri keşfeden bir bireyin karmaşık imgelemi ile yalın bir masal dilini birleştiren alegorik öyküler sundu…” 11

“Hint felsefe okullarından birine göre, ben (ego), kendini sürekli bakmakta olduğu insanla özdeşleştiren bir seyirciden başak bir şey değildir.” 13

“Babam çok anlayışlı ve bütün anlayışlı insanlar gibi de çok sevecen bir adamdı.” 20
“O kadar alçakgönüllü bir adamdı ki babam, kazara görünmez olsa bundan büyük bir keyif alabilirdi.” 20 (…) “Bana, şiirin gücünü, sözcüklerin yalnızca bir iletişim aracı değil, aynı zamanda büyülü simgeler ve müzik olduğunu öğreten o olmuştur.” 20

“Benim yetişme çağımda din, kadınların ve çocuklarındı.” 21

“,,, diyeceğim, ailemin iki tarafından da askerler var atalarım arasında. Tanrıların böyle kahramanca bir yazgıyı benden esirgemiş olmalarına ne kadar yerinsem az, ama tanrıların bu konuda akıllıca davrandıkları da kesin.” 23

“Babam kör olduğunda çocuktum daha. Ama daha o sıralar, hayatın babamdan esirgediği yazar olma yazgısını benim üstlenmek zorunda kalacağımı neredeyse anlamıştı. Ailemizde herkes, benim yazar olacağıma kesin gözüyle bakıyordu (zaten böyle şeyler, açıkça söylenen şeylerden daha önemlidir). Benden yazar olmam bekleniyordu.” 26

“… Zaten gerçek hayatta olup bitenlerin farkına hep kitaplarda okuduktan sonra farkına varmışımdır.” 28

“… ama kız kardeşim çok geçmeden Fransızcayı o kadar iyi öğrendi ki düşlerini bile Fransızca görmeye başladı.” 32

“Bugün bana, ‘tek düşünür seç kendine’ deseler Schopenhauer’i seçerim.” 34

“Whitman’ı bir süre yalnızca büyük bir şair olarak değil, tek şair olarak gördüm.” 35

“ Yıllar sonra; Arnold Bennett’in ‘Üçüncü Sınıf Muhteşem’ deyimini gördüğümde, ne demek istediğini anlayacaktım tabii.” 39
“Daha sonra Madrid’e gittik. Orada benim için en büyük olay, Rafael Cansinos- Assens’le tanışmam oldu. Kendimi onun izdeşi olarak düşünmek bile hoşuma gider.” 40
“Tuhaftır, 1919’da ‘aşırılık’ (ultraizm) deyimini bulan da Cansinos oldu.” 42

“… ama asıl yazmak istediğimiz gerçek şiirdi, güncelliklerin ötesinde, yerel renklerden ve gündeş koşullardan uzak şiirlerdi.” 46

“Aklıma Mark Twain’in bir sözü geliyor. Demiş ki Mark Twain, iyi bir kitaplık oluşturmaya ancak Jane Austen’in kitapları dışlanarak başlanabilir; hatta kitaplıkta başka hiçbir kitap olmasa bile, sırf Jane Austen’in kitapları alınmadığı için o kitaplığın iyi bir kitaplık olduğu söylenebilir.” 53

“Bu tür değeri su götürür deneyimlerinden biri de ‘Hombres plearon’du (İnsanlar Savaştı).” (…) “O gün bu gündür ufak tefek değişikliklerle söyleyedurduğum bir öyküdür bu. Nedensiz ya da gerekçesiz düellonun, cesaret için cesaretin öyküsüdür.” (…) “Bilinirciler (Gnostikler), bir günahtan kaçınmanın tek yolunun o günahı işleyip o günahtan kurtulmak olduğunu ileri sürerlerdi. Şimdi bakıyorum da, o yıllarda yayınlanan kitaplarımda belli başlı edebiyat günahlarının çoğunu işlemişim; bu günahlardan bazılarını bugün hala hayranlık duyduğum büyük yazar Leopoldo Lugones’in etkisi altında işlediğimi anımsıyorum. Ne miydi bu günahlar? Ağdalı anlatım, yerel renkler, umulmadık olanı aramak ve on yedinci yüzyıl üslubu. Artık bu aşırılıklardan suçluluk duymuyorum, O kitapları başka biri yazmıştı. Bir kaç yıl öncesine kadar, çok pahalı olmasalardı hepsini kitapçılardan satın alır yakardım.” 55
“… O yıllar, birçok dostluğu doğurup beslediğinden çok mutlu yıllardı. Norah Lange’nin Macedonio’nun, Pineron’un ve babamın dostlukları. Yazdıklarımızın ardında bir içtenlik yatıyordu; hem düz yazıyı hem de şiiri yenileştirdiğimizi düşünüyorduk. Elbette, bütün genç insanlar gibi ben de elimden geldiğince mutsuz olmaya çalışıyordum; Hamlet’le Raskolnikov arası biri olmaya çalışıyordum, sizin anlayacağınız. Gerçi ortaya koyduğumuz ürünler oldukça kötü sayılırdı, ama dostluklarımız dayanıklı çıktı.” 60

“Bir şiirimde, bana aynı anda hem sekiz yüz bin kitabı hem de karanlığı bahşeden Tanrı’nın bu olağanüstü ironisine değinmeden edememiştim.” 79

“Ayıklayıp düzene koyduğum bu kırıntılar, 1960’da El Hacedor (Yaratan) adıyla yayınlandı. Gariptir, yazmaktan çok biriktirmiş olduğum bu kitabın bence en kişisel çalışmam ve kendi beğenime göre en iyi yapıtım olduğunu söyleyebilirim.” 84

“ne zaman bana karşı yazılmış bir yazı okusam, yalnızca o yazıdaki düşünceyi paylaşmakla kalmam, aynı zamanda o yazıyı ben çok daha iyi yazabilirim duygusuna kapılırım.” 91

“Benim yaşımda biri, sınırlarının farkında olmalı. Sınırlarının farkında olursa mutluluğun yolunu tutabilir. Gençliğimde edebiyatı hüner gerektiren şaşırtıcı bir çeşitlemeler oyunu olarak görürdüm. Oysa artık kendi sesimi bulduğumdan olsa gerek, yazdıklarımın sağını solunu düzeltmeye çalışmanın büyük bir yararının da, büyük bir zararının da dokunmadığı kanısındayım. Bu, hiç kuşkusuz, yüz yılımız edebiyatının ana eğilimlerinden birine karşı, Joyce bir adamın gösteriş olsun diye ‘Oluşmakta Olan Yapıt’ başlığı altında lüks yazılar yayınlamasına yol açan ince üslup cakasına karşı işlenmiş bir günahtır. Sanırım, artık en iyi yapıtlarımı yazmış bulunuyorum. Bu da bana dingin bir doygunluk ve huzur veriyor. Ama yine de içimde öyle bir duygu var ki, kendimi yeterince yazıya dökmüş değilim sanki. Sanki gençlik, bugün bana gençliğimde olduğundan daha yakın.” 92

Yaratan’dan: “O güne kadar belleğin keyfini hiç sürmemişti. İzlenimler, yanmasıyla sönmesi bir olan canlı izlenimler belleğinden hep akıp gitmişti.” 96
“Odysseia’ların ve İlyada’ların şarkısını söylemek onun yazgısıydı ve bütün bunlar insanlığın bomboş belleğinde sonsuza kadar yankılanacaktı. Bütün bunları biliyoruz, ama son karanlığına gömüldüğünde neler duyumsadığını bilmiyoruz.” 99 (1958)
Öteki’den: “Ansızın o an’ı daha öncede yaşamış olduğum duygusuna kapıldım.” 101

“Onu da kendimi de yatıştırmak amacıyla, kendimden müthiş emin görünmeye çalıştım. Benim düşüm yetmiş yıl sürdü, dedim.” 103

22 Nisan 2011 Cuma

Neal Ascherson "Karadeniz"

Neal Ascherson
Karadeniz
Çeviren: Kudret Emiroğlu
İş Bankası Kültür Yayınları, 2. Basım, Aralık 2002, 376 s.
10 Ocak 2004
Elimden düşürmeyeceğim güzellikteki bu kitabı bana armağan eden sevgili arkadaşım Kaya Sükan’a ne kadar teşekkür etsem azdır.

“Karadeniz’i tarihe sokan balıktır.” 19
“Hitler’in kendisi, kişisel olarak, tarih üretmekle görevli üçüncü Reich daireleriyle ilgilenmedi. Bu heyecanı çoğunlukla Rosenberg’e ve Himmler’e bıraktı ve onların arkeoloji heyecanı Hitler’e bir defasında şu soruyu sordurmuştu: ‘Neden bütün dünyaya biz Almanların bir geçmişi olmadığını göstermek içi bu kadar ısrarlısınız?” 45
“Kısa süre önce Tuna ağzındaki eski Yunan kolonisi İstria yakınında, altından muhteşem bir mühür yüzük bulundu. Üstüne, atkuyruğu saçıyla tacı olan bilinmeyen bir tanrıça resmi vardı, aynada kendisine bakıyordu ve altında SKYLEO adı kazınmıştı. Bu eşya, arkeoloji tarihinde kaybolmuş olan ve bulunduğunda sahibinin kimliği anlaşılan nadir örneklerden biridir. Skyles veya Skylos Heredotos’un hikayesinin merkezinde yer alan adamın adıdır. Bu hikaye daha farklı ve daha uğursuz bir tür olan aporia * anlatır; yaşam biçimleri arasında bir kültürden ötekine geçişi engelleyen görünmez sınırlar üstünedir.
Skyles, Yunan şehri Olbia’nın başını döndürdüğü bir İskit prensiydi. İkiye bölünmüştü şehir duvarları dışında, arabaları, sürüleri ve ritüelleriyle karmaşık bir geleneksel toplumu yöneten bir step yöneticisiydi. Ama şehir duvarları içinde Yunanlı oluyordu. Skyles’in Olbia’da Yunanlı bir karısı vardı ve şehir kapılarından içeri girdiğinde göçebe elbiselerini Helen kıyafetiyle değiştirirdi. (…) Bir gün, bir grup İskit, Olbia şehrinin duvarlarından Diyonysos gizemleri festivalini seyretmenin bir yolunu buldular. Orada Skyles’i Diyonysos tören kıyafetleri içinde kutsal alayın başında sokaklarda döne döne ilerlerken gördüler. (…) bunun anlamı Skyles’in aşılmaz sınırı aşmasıydı: Diyonysos törenlerine kabul edilmeye razı olarak, İskit kimliğine ihanet etmiş ve Yunanlı olmuştu. (…) Skyles kendi kardeşi tarafından öldürüldü.(…) Skyles, iki ayrı dünya arasında seçim yapmak istemediği, ikisinde aynı anda yaşamayı denediği ve başarısız olduğu için öldü.” 81
“Skyles öyküsü tam bir Karadeniz öyküsü. Yalnızca yeni ile karşılaşmayı değil, dünyalar arasındaki uzaklığı da anlatıyor. Bu uzaklık kültürel, zihindeki bir sınır olabilir veya fiziksel olabilir. Önemli olan, insanın aynı anda iki kişi olamayacağı, fakat iki kültür arasındaki böyle bir uzaklığı aştığında yolculuğun sonunda farklı bir kişi haline geleceğidir.” 82
“Berberi terimi Yunan dünyasında yabancı dillere ilişkin, anlaşılmayan bir dilin ‘bar-bar’ sesinden bir yanılsama olarak kullanılmaya başlandı.” 85
“İmparatorluk çağının Victoria dönemi bilim adamları İlyada’yı ‘berber’ ve ahlak olarak da aşağı Trakyalılara karşı uygarlığın zaferi diye yanlış anlamışlardır.” 85
“Atina ideolojisinin yabancı ve itici bulduğu her şey artık ‘canavar’dan ‘barbar’a dönüştürülmüştü.” 85
“Birlikte doğan ikizler uygarlık ve barbarlık, çok geçmeden uzun ömürlü bir daha kavuştular: oryantalizm söylemi.” 86
“Otopsi sözcüğü, Yunanlılar icat ettiğinde, kendi gözüyle görmek demekti. Bu sözcük bireyciliğin ve zihnin bağımsızlığının, insanın gözüyle gördükleriyle karar vermesinin ifadesidir. Ortaçağ sonlarından itibaren otopsi otorite ile savaşa girdi; otoriteye göre doğal dünya ve coğrafyası miras alınan Greko-Romen mirasla ebedi biçimde dile getirilmişti. Otorite yanlıları için, bundan sonraki bütün araştırmalar ancak scohlia yani var olan bilgi dağarcığına şerh ve yorum olarak katkıda bulunmak için olabilirdi. Ama otopsi yanlılarına göre, seyahat, keşif veya akıl yürüterek araştırma yapmak, tamamıyla yeni olguları, eskilerin bilmediği yeni dünyaları ortaya çıkarabilirdi.
Okuyucularını hiç bilinmedik bir konuda ikna etmek için, ikna etmeye çalışan kişinin bir anlatımı olmalıydı ve bu anlatıyı birinci tekil kişi, ‘ben gördüm’, ‘ben duydum! ‘ben yaşadım’ diye sürdürmesi gerekiyordu. Bartoleme’de la Casas 1527’de Historia de las Indias’a (Kızılderililer Nasıl Yok Edildi? Çeviren: Meryem Ural, Şule Yayınları, İst., 1997) başladığında, ‘Bütün İspanya’ya bu Hint Okyanusu’nda gördüklerimin gerçek öyküsünü ve doğru açıklamalarını bildirmenin yarattığı büyük ve nihai ihtiyaçla yazıyorum’ demekteydi ve V. Charles’ın bir bakanına kendisinin, ‘Hint adalarına giden en yaşlı kişi’ olduğunu söylemiş ve ‘Orada bulunduğum o kadar yıl içinde kendi gözlerimle bir çok şey gördüm, yalan olabilecek öyküler okumadım, bunun yerine çok şey yaşadım’ demişti.(…)
“Klasik dünyanın kendisinde, otopsi anlatımı bilinmiyor değildi ama nadirdi. Histor sözcüğü öncelikle gözüyle ve özellikle de mahkemede tanık olmak demekti ve Heredotos eserine Historiai başlığını seçtiğinde, ‘araştırma’yı, bir araştırmacının vardığı kişisel sonuçları vurgulamaktaydı.” 91-92
“1960’lardan beri Britanya arkeolojisinin kıdemlisi olan Sir Mortimer Whealer, arkeolojinin meslek değil kan davası olduğunu söyledi.” 103
“… Bütün yargılardan, Avrupa’da hala yaygın olan, yerleşik tarımcılık ve tarımsal ürün yetiştiren köylülüğün, göçebelikten sonra ileri doğru büyük bir ilerleme olduğu biçimindeki popüler kabul ediş çıkmıştır. Burada sahte antropoloji temel Avrupa kabusunu besler: Hareket halindeki halklar korkusu.” 104
“Görünürde altında dik duran bir adam olmadan Karadeniz çayırlarında manzara eksik kalıyor.” 145
“İ.Ö. 529’da İran dili konuşan Massagetlerin kraliçesi Tomris’in Persli Büyük Kyros’u öldürdüğü ve başını ganimet olarak aldığı söylenir.” 156
“Çehov’un öyküsünden: ‘dirseğiniz yakındır ama ısıramazsınız. Hazine var ama onu bulacak zeka yok’.” 172
“Bunlar mikrofon çağından önce oluyordu. Hala iyi birinin iyi bir olduğu, siyasetin ikincil kaldığı bir çağdı.” 194
“Mickiewicz yeni bir tür Balzac gerçekçiliğini beğenmiyordu ve kaba bir biçimde Paris’te yayınlanan kitaplarının üçte ikisi İskenderiye Kütüphanesi gibi yansa, bunun hiçbir kayıp anlamına gelmeyeceğini söylemişti.” 213
“İmparatorluk başkentine Konstantinopolis veya Bizantium diyoruz; Vikingler buraya Micklegard demişlerdi; Türkler, Yunanca eis tin polin ‘şehre’ sözlerinden gelme İstanbul dediler.” 232
“1846’ya gelindiğinde okul müdürleri Gümüşhane’ye hayali ‘Argyropolis’ adını takmışlardı diye. (Haldiyalı öğretmen Triantophyllides) Gelişmeleri anlatıyor. Ulus inşasının tipik bir örneği olarak öğretmenler Pontus’u yalnız Bizans değil Perikles Atina’sını da kullanarak yeniden ürettiler. Karadeniz çevresindeki bütün Yunan dünyasında aynı süreç yaşanıyordu. Öğretmenler ve okul programları Atina’dan geliyor, beraberinde Karadeniz Rum-Hıristiyan topluluklarını ‘Yunan’ ulusuyla bağlantılandıran yeni Yunanlılık kavramını da getiriyordu.” 237
“Ama Pontus Rumları hiç de bitmedi. Çocukları geniş dağılım gösteren bir anayurttan geldikleri için Pontus diaspora haline geldi. Diasporanın bir bölümü şimdi Yunanistan’da yaşıyor, öteki Yunanlılar için şaşırtıcı, içe dönük, ulus içinde ulus olarak kalmaya devam ediyor. Öteki bölüm Sovyetler Birliği’nin kale duvarları ardında yok oldu ve dış dünya, Yunanlıların çoğu da dahil, onları unuttu. Ama onlar, sonunda anlaşıldı ki, Pontus veya Yunanistan’ı unutmamışlar.” 238
“Kemalizm, ideoloji olarak, Avrupa’da on dokuzuncu yüzyıl sonunda ve yirminci yüzyıl başında geçerli olan ‘modern ulusçuluğun bazı aşırı kavramlarını benimsemiş. Homojenlik - tek dil-, tek din, tek volk - güçlü ve bağımsız devlet olmanın gerekliliklerinden sayılmış. Buradan, çok etnili, merkeziyetçi olmayan ve bazı bakımlardan hoşgörülü Osmanlı İmparatorluğu’nun kör kategori ve ayrımları kadar bu bilimsel ruha karşıt bir yapılanma olamayacağı sonucuna varılmış.
Bilim adamı Effie Voutria bunu çok güzel ortaya koymuştur. Ona göre reformdan önce Osmanlı devleti ‘resmin bütününün kendi örüntüsü varsa da, farklı renklerin çeşitliliği ve açık bir örüntü bulunuyormuş gibi oluşturdukları çoklukla bir Kokoschka resmi gibidir. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki farklı gruplar kabaca dinle, Ortodoks Hristiyan, Ermeni, Yahudi diye tanımlanır. Ama bu kriter bile Osmanlı tebaasından birinin Müslüman olma seçeneğiyle oldukça elastik tutulmuştur. ‘Tersine, modern dünya haritası, bütün şekil ve renklerin açık çizilmiş sınırları ve belirsizlikle üst üste geçişi olmadığı bir Modigliani resmi gibidir…(…) Reformcular ve hepsinden önce Mustafa Kemal Atatürk, bu tekil, çevresi iyi çizilmiş birincil renk bloklarına arzu duydular ve ‘Türkiye Türklerindir’ mantığı azınlıklara emniyet vermedi. Birinci Dünya Savaşı sırasındaki Ermeni olayları, Rumların ve öteki Ortodoks Hıristiyanların yurt dışına çıkarılması 1980’ler ve 1990’larda tekrar alevlenen Kürt ulusçuluğuna karşı acı mücadelenin öncülleriydi.
Daha küçük azınlıklar, bu dehşeti izleyerek, ölümcül suçlama ‘ayrılıkçılk”tan nasıl kaçınacaklarını öğrendiler. (…) ‘Lazlar kim?’ diye sormak, kaotik ulus tanımlarının inşa yerinde kaybolmak demek. (…) Dilleri, Lazuri, eski, neredeyse kaybolmuş bir dil ailesinden geliyor. Hint-Avrupa öncesi bir dil olan Lazca, Kafkasya’nın, öteki üyeleri Gürcüce (en büyüğü), Mingrelce ve Svanca olan Kartvel ailesinden geliyor. (…) Tarihte bir dönemde, Lazlar ülkelerini terk ettiler. ‘Kalkhis’ ve Kafkasları terk ederek Karadeniz’in güneydoğu köşesine, şimdi Türkiye olan topraklara geldiler, Mingreller ise, tersine, aha çok eski yerlerinde kaldılar; çoğu Gürcüler gibi Hıristiyan dinini benimsedi. (…) Lazlar 14. yüzyılda Müslümanlığa girdiler. 1864’de donunda Rus ordusu Kuzeybatı Kafkasya’daki kabile direnişini kırdı. Abhazya ve Gürcistan sahilindeki Müslüman halkın çoğu Osmanlı İmparatorluğu’na kaçtı veya sürüldü ve bir çok Laz da aynı felaketle sürüklendi. (…) Karaorman’da, güzel Schpfloch köyünde Wolfgang Feurstein adlı bir Alman bilim adamı yaşıyor. (…) Schopfloch’daki ahşap evde bir ulus yaratıyor.
(Faaliyetlerinden ötürü sınır dışı edilir.)
O zamandan beri, on beş yıldır; Feurstein yaşamının misyonunu Almanya’dan sürdürüyor. O ve ‘Kaçkar Kültür Merkezi’nden küçük bir grup gurbetçi Laz, Lazlar için yazılı kültür geliştirme görevini yüklenmiş durumdalar.” 257
“Bu entellektüeller, sözcüğün her anlamıyla ulus kalpazanlarıydı. Temel olarak köy ağzı veya sözlü gelenekleri kullanarak gerçek bütünüyle yeni olan modern dünyanın ulus devletine uyan siyasal topluluk modelleri kurmaya yöneldiler. (…) Eğer söylenecek başka söz kalmadıysa, o zaman Wolfgang Feurstein anakronizmden başka bir şey olamaz. O ancak so Herderci, bir ulus inşa eden son Avrupalı entelektüel olabilir. (…) Feurstein Laz Volk’unun basit bir öznellik olmadığına inanıyor. ‘Bu Avrupalı kafasıyla icat edilmiş bir şey değil! Her köyde, onların kültürlerine önem verdiğim görüldüğünde yüzlerin ve gözlerin aydınlığına tanık oldum. Onlara ulus,, folk veya etnisite deyin -buna aldırmıyorum. ‘Türkiye’de düzene uyum göstermemenin yaratacağı sorunları çok iyi bilen biri olarak, siyasal perspektifler koymama konusunda çok özenli: Schpfloch’daki merkez yalnızca bir Kulturkreis-kültürel araştırma gurubu, ama yolculuk bir kere başlamış ve yolculuğun ilk yılları daha şimdiden bildi bir yöne gidiyor.
Batılı akademisyenlerin de dahil olduğu eleştirmenlerine göre; Feurstein’in yaptığı ahlaki ve bilimsel olarak yanlış. Onların en kaba yaklaşımına göre ulusçuluk her durumda kötüdür ve bunu cesaretlendirmek dolayısıyla affedilebilir değildir. İkinci, daha zorlu itiraz noktasına göre, bir başka toplum üstüne araştırma yapan biri, araştırma yapmanın ötesine gitmemek zorundadır. Yabancı bir araştırmacının varlığının bile bir dereceye kadar inceleme konusu olan toplumda etki ve davranışlarda değişiklik yaratması kaçınılmaz olabilir fakat bu toplumun tartışmalarında taraf olmak, dahası geri dönülmez biçimde onun yaklaşımlarını değiştirmeye kalkışmak, canavarca bir tutumdur ve bilimsel sorumluluk anlayışının kötüye kullanılmasıdır.” 261-262
“İki ayrı sikkeyi değerlendiren bir nümizmat sahtesiyle daha fazla ilgilenir, çünkü o gerçeği yalnızca bir değerin işaret değil, aynı zamanda hayal gücünün de işaretidir.” 287
“Tarih -hammadde değil, ürün- etiketi konmamış şişedir. Yıllarca tarihsel tartışmaların vurgusu etiket (ikonografisi, hedef müşterisi) ve ilginç şişe imalat sorunları üstüne olmuştur. İçerikse, öte yandan, bilgiç, baştan savma bir surette tadılmış ve sonra tükürülmüştür. Yalnızca amatörler bunu yutar.” 297
“Ama her şeyi silip süpüren ahlaki çıkarımlar başka yerde yapılıyor. ‘Bizim uygarlığımız’ ve ‘onların barbarlığı’ arasındaki kutupluluk Olbia veya Khersonesos’daki İonya kolonilerinde değil, uzaklardaki Atina’da savaş zamanı entelektüellerince icat edildi.” 341

*Aporia

1. Sokrates’le kısa bir muhabbet kabinde aslında hiçbir şey bilmediğini fark ederek eblekleşme durumu.
2. Yunanca “gidiş yolu olmayış” veya “çıkmaz yol”a karşılık gelir, felsefi anlamıyla “açmaz” diye çevrilebilir. Aristo terimi sıkça tek tek alındığında inandırıcı olan ama bir bütün olarak bağdaşamaz, çatışan önermelerin yarattığı durumu açıklamak için kullanırdı. Açmazları çözmek için alternatif çözümler üretmeye çalışmak, derdi, felsefenin temel meselesidir.
Ascherson Karadeniz’in bir uluslar arberatoryumu olduğunu gösteriyor bize. Sanki kozmik bir büyüteç tutmuş Karadeniz’in üstüne ya da mikroskop; gelin bakın ve de görün, diye çağırıyor.

10 Nisan 2011 Pazar

Zara’yı Kirkor Ceyhan’la sevmek

Zara’yı Kirkor Ceyhan’la sevmek





Arabayı yavaşlattı, eliyle yayaya “geçiniz” işareti yaptı. Adam başını hafifçe çevirdi gülerek teşekkür etti.
İnsanın yanağı sözcüklerle de okşanır. “Yaşa evlat!.. İşte insanlık bu.. zor mu bunu yapmak?” deyip gururunu ısıttım. Hoşuna gitmişti. “
- Herkes bir olmuyor amca. Öyleleri var ki yol verdiğinde inadına yavaşlıyor kırıta kırıta geçiyor.
Böylece muhabbeti aralamış olduk.
Yağız bir delikanlıydı. Sivaslıymış.
- İçinden mi, diye sordum.
- Yok, Zaralıyım” dedi.
- Zara’yı da, Zaralıları da çok severim. Küçük, büyük demez değerbilir, ne güzel insanlardır Zaralılar! Cenneti bırakıp gelmişsin. Ne işin var bu cehennemde, dedim.
Çok memnun olmuştu.
- Haklısın amca, burada insanlık ölmüş. Dokunmasın sana, cereyan yapıyorsa camı kapatayım, dedi.
Zara’ya arada bir gidiyormuş. Babaları çok önceden gelmişlermiş. O burada doğmuş.
İnce Halil’i sordum. Duymuşluğu varmış ama bilmiyormuş.
- Olmadı bu şimdi.. o zaman bu türküyü de bilmiyorsundur, dedim, “Ezim ezim eziliyor yüreğim” diye başladım mırıldanmaya. Zaralı olup da İnce Halil’den bu türküyü dinlememiş olmak olmaz, dedim.
Şaşkın şaşkın
- Yoksa sen de mi Zaralısın?” dedi.
- Yok, Karadenizliyim, dedim.
Evin önüne kadar gelmiş olduk. İnerken para almak istemedi. Arabanın kendi malı olduğunu söyleyip dayattı. Zorla verdim.
- Ver elini öpeyim, dedi.
Öptürmedim. Birkaç adım attım, kapının ziline dokunacakken cayıp eve girmeksizin biraz yürüdüm.
“Nasıl da buldun Zaralının damarını; geçmişini methettin mi, çek al yüreğini göğüs kafesinden, kopar al.” cümlesi aklımdan geçince, içimden, “Sen çok yaşa Kirkor Emmi!”* diye bağırdım.
Ben Zara’yı Kirkor Ceyhan’ın bu sözcüklerin geçtiği kitabıyla sevmiştim.

* CEYHAN, Kirkor, “Atını Nalladı Felek Düştü Peşimize”, Aras Yayıncılık.

1 Mart 2011 Salı

nüfus niye patladı? (parantezi bol bir öykü) ekmel denizer

Ciddiyeti ele aldım bugünlerde. Değil mi ki, ağzımdaki sakızı atıp ceketimi ilikleyince gayet ciddi olabiliyorum, o halde ben de -belleğimin elverdiği kadarıyla- ciddi olmaya çalışarak yazacağım. O zaman ortada sorun morun kalmıyor, diyorum. Ama ciddiyet eve gelince çözülen bir kravat gibi askıya asılmıyor. Ele aldım dediysem de ciddiyet soyut bir şey. Bir şeyin ele alınabilirliği onun somut bir şey olduğunu gösterse bile bu durumda gülemiyorum. Madem ceketimin önünü ilikledim ve kapıyı tıklayıp ‘giriniz’i duyduktan sonra içeri girdim, o zaman bir şeye kafa yormam gerek, örneğin nüfus niye patladı?.. İşte adam gibi bir soru! (zaten soru işareti koca kafalı bir adama benzer ya, diyerek, düşüncemi bölmemek için parantezi açtığım gibi kapatıyorum). Nüfusun patlaması demografiyi ilgilendirir de sosyolojiyi ilgilendirmez mi? (En az onun kadar ilgilendirir şeklinde yanıtlanacak bir soru bu, diye savuşturularak yazının sulandırılmadan ciddiyetle ilerlemesine sevinilir). (Güzeel!..) Sosyolojiden çok daha çok beni ilgilendirir. Nedeni de nüfus patlamasından ölesiye korkmamdır. Çünkü insan sayısının artması bana savaşların çıkacağı kaygısını verir. Bunu düşüncelerimden çok önce güdülerimle sezinliyorum. (Böyle düşünmeme Nuri de hak verecektir. Fakat, uzunca bir ‘fakaat’ çektikten sonra ne diyeceğini şimdiden kestiremediğimden hazırlıklı olmalıyım. “Nuri sen parantezin içinde kal biraz!”).
Nüfus, dişil bir sözcüktür. Yani doğurgandır. Kimden döllendiğine gelince; silah tacirlerinden, siyasetçilerden ve türlü beyaz eşya üreticilerine kadar “uzayıp giden o tren yolları” gibi uzar gider, upuzun bir liste olur ki, bunun içine buzdolabı, çamaşır makinesi girdiği gibi çamaşır da kefen de keten de; “keten gömlek eni dar / beni bırakıp giden yar” türküsü de girer.
1963 yılında askerlik çağına gelmişlerin yani yirmi yaşında olan erkeklerin sayısı sağı-solu,altı-üstü tüm olağan dışılıklarla artar. Savaş yıllarında annem ve babam hayli çalıştıklarından, 1940-41-42-44 yıllarında ardı ardına, ablam, ağabeyim, ben ve kardeşim doğarız. (devlet zoruyla değil, ama doğarız…) İkinci Dünya Savaşı’nın 38 milyon açığını kapatmak için doğmak zorundayızdır.
Avukatlar, mühendisler, muhasebeciler, yönetmen yardımcıları, doktorlar, tuhafiyeciler, itfaiyeciler, ayakkabıcılar, ayakkabı boyacıları (göz boyayıcılar hariç) ölmüş olunca, silahlar, çamaşır makineleri, buzdolapları kime satılacaktır?
Siyasiler kimden alacaklardır oylarını? Bunları üretenler sıcak yataklarında karıcıklarının yanında yatarken neyle şişirecekler karıncıklarını… Kim girer metres olarak koynuna onların?
KÖYLÜLER ÖLDÜ!...
Şimdilerde anne babalarımızın rolüne soyunmamız, bir tür nöbet değişimi; altın sarısı mısır taneleri gibiyiz, ateşin üstündeki bir tavada patlayıp bembeyaz kefenlerimizi giyeceğiz.
Korkumun sosyolojiden çok daha önce beni neden ilgilendirdiğini ağırbaşlılıkla anlatabildim mi, bilmem…
Acaba yazımın adını “Korkumun nedeni” diye değiştirsem mi?

nüfus niye patladı?

Ciddiyeti ele aldım bugünlerde. Değil mi ki, ağzımdaki sakızı atıp ceketimi ilikleyince gayet ciddi olabiliyorum, o halde ben de -belleğimin elverdiği kadarıyla- ciddi olmaya çalışarak yazacağım. O zaman ortada sorun morun kalmıyor, diyorum. Ama ciddiyet eve gelince çözülen bir kravat gibi askıya asılmıyor. Ele aldım dediysem de ciddiyet soyut bir şey. Bir şeyin ele alınabilirliği onun somut bir şey olduğunu gösterse bile bu durumda gülemiyorum. Madem ceketimin önünü ilikledim ve kapıyı tıklayıp ‘giriniz’i duyduktan sonra içeri girdim, o zaman bir şeye kafa yormam gerek, örneğin nüfus niye patladı?.. İşte adam gibi bir soru! (zaten soru işareti koca kafalı bir adama benzer ya, diyerek, düşüncemi bölmemek için parantezi açtığım gibi kapatıyorum). Nüfusun patlaması demografiyi ilgilendirir de sosyolojiyi ilgilendirmez mi? (En az onun kadar ilgilendirir şeklinde yanıtlanacak bir soru bu, diye savuşturularak yazının sulandırılmadan ciddiyetle ilerlemesine sevinilir). (Güzeel!..) Sosyolojiden çok daha çok beni ilgilendirir. Nedeni de nüfus patlamasından ölesiye korkmamdır. Çünkü insan sayısının artması bana savaşların çıkacağı kaygısını verir. Bunu düşüncelerimden çok önce güdülerimle sezinliyorum. (Böyle düşünmeme Nuri de hak verecektir. Fakat, uzunca bir ‘fakaat’ çektikten sonra ne diyeceğini şimdiden kestiremediğimden hazırlıklı olmalıyım. “Nuri sen parantezin içinde kal biraz!”).
Nüfus, dişil bir sözcüktür. Yani doğurgandır. Kimden döllendiğine gelince; silah tacirlerinden, siyasetçilerden ve türlü beyaz eşya üreticilerine kadar “uzayıp giden o tren yolları” gibi uzar gider, upuzun bir liste olur ki, bunun içine buzdolabı, çamaşır makinesi girdiği gibi çamaşır da kefen de keten de; “keten gömlek eni dar / beni bırakıp giden yar” türküsü de girer.
1963 yılında askerlik çağına gelmişlerin yani yirmi yaşında olan erkeklerin sayısı sağı-solu,altı-üstü tüm olağan dışılıklarla artar. Savaş yıllarında annem ve babam hayli çalıştıklarından, 1940-41-42-44 yıllarında ardı ardına, ablam, ağabeyim, ben ve kardeşim doğarız. (devlet zoruyla değil, ama doğarız…) İkinci Dünya Savaşı’nın 38 milyon açığını kapatmak için doğmak zorundayızdır.
Avukatlar, mühendisler, muhasebeciler, yönetmen yardımcıları, doktorlar, tuhafiyeciler, itfaiyeciler, ayakkabıcılar, ayakkabı boyacıları (göz boyayıcılar hariç) ölmüş olunca, silahlar, çamaşır makineleri, buzdolapları kime satılacaktır?
Siyasiler kimden alacaklardır oylarını? Bunları üretenler sıcak yataklarında karıcıklarının yanında yatarken neyle şişirecekler karıncıklarını… Kim girer metres olarak koynuna onların?
KÖYLÜLER ÖLDÜ!...
Şimdilerde anne babalarımızın rolüne soyunmamız, bir tür nöbet değişimi; altın sarısı mısır taneleri gibiyiz, ateşin üstündeki bir tavada patlayıp bembeyaz kefenlerimizi giyeceğiz.
Korkumun sosyolojiden çok daha önce beni neden ilgilendirdiğini ağırbaşlılıkla anlatabildim mi, bilmem…
Acaba yazımın adını “Korkumun nedeni” diye değiştirsem mi?

26 Şubat 2011 Cumartesi

Anja Meulenbelt, "Kayıp Zaman"dan alıntılar:

Meulenbelt (Utrecht 1945) Ünlü kadın hakları savunucusu.

Altmışını geçtiği halde hala çoktan ölmüş annesiyle hesaplaşan epeyce kadın var.” 31

“Ya şimdi otobiyografik bir şeyler üzerinde çalışıyor muyum?
Elbette kendi kendimin yanında otururken, kendi kendimi uyduruyorum.” 32

“Herkesin bir çiftin parçası olarak yaşadığı bu Pazar günü duygusuna uzun zamandan beri sahip değilim (…) Bir sığınağa, Pazar günlerinin Pazar günü gibi olmadığı bir yere sahip olmak için…” 34

“Şimdi zaman tekrar normal boyutlarını kazandı, bir saat yine altmış dakika.” 37

“Eğer bu anıta tekme atarsan ancak ayağını yaralarsın.” 68

“Bütün sempatik adamlar ya evlidir ya eşcinsel.” 90
“Alman Televizyonunda; benim karşıtım olan kadın bunu başaramayanların tembel ve yetersiz olduğunu iddia ediyor. Yine öfkelenmem için bir neden. Onca kadının başarının bedelini aşkı yitirerek ödediği hiç dikkatinizi çekmedi mi?” 101

“Yaşlanmaktan acı çektiğimi hesaba katmamıştım. Bu bana daha çok, güzel bulunmaya alışmış kadınlara ait bir sorunmuş gibi geliyordu. Erkeklere gösterdiği dış cila eninde sonunda döküldüğünde bir kadının dış görünümünden başka bir şey geliştirmemiş olduğunun anlaşılması ne trajik; en azından benim başıma gelmeyecek.” 101

“Bence en kötüsü ne biliyor musun? diyor ‘Eskiden büyük çocuklarım olduğunu anlattığımda herkes şaşardı. Şimdi bunu herkes normal karşılıyor. Bunun beni nasıl incittiğini tahmin edemezsin.” 103

“Kırk yedinci yaş günümde benim için çiçekler geldi, G’den. Artın üzerinde şunlar yazıyor: Ben kırk yedi olmanın nasıl olduğunu uzun zamandan beri biliyorum. Güzeldir. Sevgili G.” 108

“Nelleke Nicolai bir konferansında, bize acı veren annelerimizin fazlası değil, babalarımızın eksiği, demişti.” 116

“Terapistim, Freud’dan bir alıntı yaptı: ‘Bir insan çalıştığı ve sevdiği sürece sağlıklıdır.” 118

“Bir Filistinli çocuğa nereli olduğunu soracak olsanız, içinde doğmuş olmadığı ve artık mevcut olmayan bir köyün adını söyler. “ 120

“Şunu dikkate alalım: Kurbana en büyük acıyı veren, ezenin acımasızlığı değil, aksine çevresindekilerin suskunluğudur’ Ellie Wiesel.”141

“…Terapistim ‘belki sende her şeyden önce başkaları için var olma duygusu var’ dedi.” 143
“Bir doğumdaki acı da kötüdür, ama daha sonra bir çocuk, yeni bir insan vardır. Aşk acısıyla insan açık bir hesabı karşılar.” 150

Anja Meulenbelt, "Kayıp Zaman"
Çeviren: İlknur İgan
Ayrıntı Yayınları Nisan 1996, 180 s.

25 Şubat 2011 Cuma

Venüs ikonografisi ( E.D. Deneme)

Bir sözcük güzelinin insanı şiir yazmaya sürüklediğini bilenlerdenim. Yazdıklarımın çokçasını güzel bir sözcüğün büyüsüyle yazmışımdır. Yazmanın ne zor bir iş olduğunu anlatan M. Duras’nın; “İnsan ne yazacağını bilseydi yazmazdı” dediği gibi; esinsiz olmuyor. Her sanatçının içinde, ne zaman çalacağı belli olmayan ve çaldığında, şairin şiire, ressamın resme koyulacağı bir çalar saat vardır. İşte o zaman, Dede Efendi, -oturduğu yerde- elini dizine usulüne göre vurarak bestesine başlar ve -oturduğu yerden kalkan- Usta Rodin, taşın fazlasını yontmaya başlar. Yazamamanın sancısıyla dalıp gittiğim anlardan birinde, karşımdaki (duvar olmayan) bir duvarda yürüyen bir böcek ilgimi çeker. Aslında bu; tılsımının duygularıma sürtünmesiyle kalemimin kaymaya başlayacağını bildiğim ve büyülü bir böcek gibi beklediğim bir sözcüktür. Böyle bir gün, en güzel sözcük nedir, diye soracağım geldi aklıma. Gelmez olaydı; yanıtı ne yaman bir soruymuş meğer. Ne anadan geçiliyor, ne yardan. Her sözcük bir diğerinden güzel… Saydıkça saydım.. tükenene kadar saydım. Çıkamayacağım sandım bu işin içinden. Ta ki, rafın üzerindeki ufacık Milo Venüs’ümün bana göz kırpışına kadar. Ve ansızın güzel sözcüğünün en güzel sözcük olduğunda karar kıldım. Bir, oh, çekercesine rahatladım da Karacaoğlan’ın(?) ezgisi yerleşiverdi dudaklarıma:
Güzel, ne güzel olmuşsun, görülmeyi görülmeyi
Siyah zülfün harelenmiş, örülmeyi örülmeyi…
Gerçek bir esin perisi Venüs’üm karşımda hala bana bakıyor ve işte sana konu.. yaz, diyor…
Evrenin sonsuz uzanımında hiçbir sözcük onun kadar engin bir anlam içermiyor, gibi gelir bana. Güzel; kesinlikle tanrısal bir sözcüktü.
İnsanlık güzeli tanımakla başladı. Ulu Yaradan, zaten Adem’den önce güzeli yarattı ve sanat, ademoğlunun güzelin ayrımına varmasıyla doğdu. Güzel karşıtsızdır. Çirkin, karşıtı değil, yine onun doğurduğu bir cumartesi çocuğudur. Onun için de; daha hızlı ürüyor olabilir.
Göz, güzelin bir kez olsun farkına vardıktan sonra, bir görme organından çok ötede (-gönül gözü de denilen- aşamaya vardığında) doymadan araştıracağı güzeli arar ya da o güzeli bulmanın bitmek bilmeyen yolculuğuna koyulurdu.
Dişiliğin sözcüğüdür güzel. Güzelin, kadınla simgeleşmesiyle, savaşların altında yatan gerçek nedenlerden biri; “kadını bul” yatar. Yani güzel kadını. Kralların sadık bendeleri, falanca diyarın dillere destan prensesini esir edip krallarına sunmak için, sarp kayalıklar üzerindeki kaleleri kuşatır, ölesiye saldırırlar. Savaşların nedenleri arasında “bu böyle biline”liğin varlığı yadsınamaz…
Ne biliyorsam yazacağım şimdi. Eski Yunan boyalı seramiklerinden, Boticelli’ye, Yaşlı Lucas’tan, Uffizi, Prado, Burdur ve nice müzeleri ve koleksiyonlardan edindiklerimin tümünün resimlerini göstereceğim. Bilimsellikten uzak, masalsı bir anlatım olacak ve belki de alınacak bundan, gururu incinecek, ikonografyanın. Ama olsun, ben böylesini yeğleyeceğim. Bir ikonografi denilebilirse, işte böylece başlıyor olsun, “Venüs İkonagrafisi”nin öyküsü.
O, tanrıçalaştırıldı.
Çokçok eskiden İŞTAR, ASTARTE dendi. Her dilde ve her zaman bir adı oldu. Afrodit, Venüs, Zühre, Çulpan, dendi. İskitler bir şiir sözcüğü gibi ARTİNPASA, biz Türkler SEVİT, dedik. Göklere çıkarıp KERVANKIRAN, SEHER YILDIZI, ÇOBAN YILDIZI dedik.
Devam edecek…

Hüseyin Peker,"Eli Torbalı Adam"dan:

“Amansız bir özgürlük dumanıyım ben. Sigaradan kurtulmuş, aralıksız koşturan sahipsiz bir duman:
Gökyüzünde yuvarlak taneler halinde, rüzgâra katılan, deniz kıyısında ufalanan, masalarda birikip kat kat üstünüze çakılan duman.” 20

“Özgürlüğün bir anlamı olmalı bence. İnsanın bir yerlere tutunması gerekli. Özgür kalmanın, rastgele olacağını düşünemiyorum.” 35

“İnsanların, bir yürüyen gürültüye her zaman gereksinimleri var: yaşamı duymak, acıyı tatmamak için. Yoksa yaşamı, acıyı düşünür durursunuz. Oysa güler yüzlü bir gürültü size her şeyi unutturabilir. (…) Acı yutulan bir lokmadır. Boğazınızdan eğri gider, takılır gider, bazen suyla kayarak gider. Ama her türlü tanımıyla yutarsınız. Acıyı geriye de çıkaramazsınız… Acı yutulmak içindir. Onu itemezsiniz. Acı size gelir. Peki acı nedir? Neresidir? Ondan kaçmak mı gerekir? Onu doğru kullanmak mı? Bence acı katlanıp cebe konmak içindir. Onu görmeden, yanımızda taşımak en doğru yaşam biçimidir.” 45

“… Herkes kolayca şair olarak anılmıyor. Hepimize bir kapı sırtlamak görevi verildi yaşamda. Soluk almanın ilk koşulu, tanıdığınız herkesin ismini, yüzündeki kırışık adedini ezberlemek ve nerde ne çıkıntı varsa törpülemek!” 73

“Bunları yarın öde, dedi, kalanını da getir’. Çok hesaplı biriydi. Beni de bu yüzden harcıyordu. Ben onun hesap çizelgeleri, toplama çıkarma notları, harcamaları, biriktirimleri arasında kalmış bir rakam birimiydim. Bazen eksilen, bazen çoğalan bir tutum birleşiği. Beni bir demet yeşilli banknot gibi cebinde, kasasının engin bir köşesinde bekletiyordu. Bir bakıma kolay eritilecek bir kesme şeker, ya da toz poşet gibiydim onun için. Bir bardak suyun ortasına düşürdü mü beni, eriyivermem, suda köpürüverip yok olmam an meselesi bir kişilik.” (…)

Onu, iyileşmesini beklemeyecek kadar küçüldüm. Evdeki katlanan bir havlunun köşesine dikilen, adımın baş harfleri arasına kendimi kıstırdım.” (…)

Her konuda beni gözlerdi. Bir yerden düşüp dizini yaralasa, benim dizlerimi gözler, benim de dizkapaklarımda yara bantlarının görüleceği yerler arardı. Saçlarına ak düşse, benim saçlarımdan söz etmeye başlar, en çok da bende varmış gibi, gözleriyle bana beyaz beyaz bakardı. Saçlarım hiç yoktan ağarmaya yüz tutardı bu ara. Kadınlar eşiyle koşturmaktan hoşlanıyor, onlardan geri kalmamakta istemeden bir yarışa katıyor kendini.” 85, 86

“ Dört numara Naci Sevgen… Kendinize bir sedye çıkartın. Taşıyın, yüz iki numaralı odaya her şeyinizi. Kitap olmasın. Kalem bulunmasın. Pijama, kaşık, su bardağı. Hep uyuyacaksınız zaten, uyumanız gerekli. Uzun bir dinlenmeye alıyoruz sizi, bir de kağıt peçete, ağzınızdan artanları silmeniz için…
Fiilleri arka arkaya çıkarmak için. Ünlemleri yumurtlamak, kelime kabarcıklarını arka arkaya akıtmak.
‘Sakın yazmayın. Olan biteni duyurmayın. Bu çağın atlanması gerekir. Zaten olan biten, her türlü zevksiz, iğreti gelişimi yazıp durmuşlar. Siz yazmayın. Yazmayı durdurduk. Beyaz bir örtü her şey. Uykunun kendisi…”

“ Her konuda söylemediğimiz bir şeyler kalır içimizde.” (…)

“Beni bir yerlere etiket diye dikmeye, bir kapıya yapıştırmaya çok meraklıydılar. Çünkü ev giden, gelenin ‘bu evde erkek yok’ duygusunun bozulmamasıydı istedikleri.” 112

“Sen biteli çok olmuştu. Sayfaların ortalıkta uçuşuyor’ diye seslendi.” 113

Hüseyin Peker
Eli Torbalı Adam
Telos Yayıncılık, 1999, 124 s.

24 Şubat 2011 Perşembe

"Neşideler Neşidesi"'nin sözlüğü

İlginenler için,
Ezgiler Ezgisi’nde geçen yeni öz Türkçe sözcükler:


Alp: Kahraman Arman: Şiddetli Arzu Aybar: Heybet
Ayırt: Fark Alpan: Padişah, sultan Avdan: Pazar, çarşı ?
Aray: sel
Bediz: Bedia Buğmuk: Gerdanlık Beyer: Şehzade, prens
Burcu: Güzel koku Bayramak: Tesit etmek Bayrı. Sadık
Biyim: Prenses Biymek: Dans etmek Bülke: Havuz
Berk: Metin, kavi, Biröz: Ama, fakat
Cevşen: Zırh Ceren: Ceylan Çıtma. Kafes
Çiteme: Bütün göğsü örten altın gerdanlık
Duraç: Kaide
Edik: Pabuç Esrimek: Mest olmak Ezgi: Nağme, lahm, zemzeme
Estet: Elbise Efilti: Heyecan Efir: Nefes
Erze: Kader Eynik: Kuru
Göçerge: Tahtırevan Güzü: Kuzey Günü. Güney
Göretmek: Ziyaret etmek Gönek: Muhafaza Gönk: Ahenk
Göremlemek: Seyretmek Heyir (enir): İncirin düşen hamlarına Gebik denir
İmre, Emre: Aşık İrşi. Peri Kösenç: Arzu, şehvet
Kerman: ale Mez: Zevk Mörlü: Muzafer
Mör: Zafer Mengi: Ebedi Nas: İffet, naslı;İffetli
Oflaz: Ala, nefis Öktemli: Mağrur Ökmen: Hakim (sage)
Pur: Tüveyç. Puramek; güzel koku neşretmek Sayrı: Hasta
Sayra: Terennüm, teganni Sevit: Zühre Sırlan: Altın ile işlenmiş diba
Sırça: Mine Söyük:Ev, oda duvarı Çavut: Bahçe duvarı
Şara: Ufuk Şıvga: Fidan, fidan boylu Şilil: Meyve fidanı
Telim: Ganimet Törün: Kibar, asil Uçmak: Cennet
Yetiğine varmak: Farkına varmak Yamçı: Hükümdar pelerini, Manto
Yanrı. Aks, refleks Yelen: İhtiras, fırtına Yeksemek: Buluğa ermek
Yalvı: Sihir, Füsun
Yalvılanma: Kendi kendini teshir etmek Yaman: Amansız
Zeren: Zeki


Haz. Süleyman
Ezgiler Ezgisi (Agniye-tül-agani)
(Le Cantique des Cantques)
Çeviren: Mehmet Şükrü Eren
İstanbul, Ülkü Basımevi, 1937, 34 s.

Salah Birsel, "Kendimle Konuşmalar"dan:

“...Jean Cocteau, bu konuda şöyle der:
‘Okumak başka bir iştir. Okuyorum. Okuduğumu sanıyorum. Bir kitabı yeniden okuduğum vakit de, onu daha önce okumadığımı sezinliyorum.” 10

“… Temistokles’in hiç öfkeye kapılmadan, Öripiyades’e ‘Vur ama dinle!..’ diye verdiği karşılık…” 15

“gülünce sabah akşam gülmeli.” 20

“Goethe, ‘Bir hükümdara, en ufak bir şeyden bile vazgeçmesini istemek iyi değildir’ der.” 23

“1939 yılından beri Arjantin’de yaşayan Polonyalı romancı ve tiyatro yazarı Witold Gombrowics de 1953-1956 yıllarını kavrayan günlüğünde bu düşüncelerin kafasını kemirdiğini belli ediyor. Gombrowics’in dediği şu: ‘Bu günlüğü istemeye istemeye tutuyorum. Onun içtensiz içtenliği bana dokunuyor. Kimin için yazıyorum bunları? Kendim içinse, niçin yayınlıyorum? Okurlar içinse, niçin kendi kendime konuşuyormuş süsü takınıyorum?’
Gombrowics bu sözlerden biraz ötede, günlüğünün temelinde yalanın yer almış olmasından ötürü utandığını da belirtir ve okurlarından özür diler” 55

“Voltaire’in bir sözü daha var:
‘Avrupa’nın, Amerika’dan çok daha üstün oluşu, Avrupalıların çenelerinde sakal taşımaları değildir.” 65

“… Oysa, manzume, şiir olmayanı belirtmek için gerekli kavramların başında gelir.” 81

Salah Birsel
Kendimle konuşmalar (Denemeler)
Papirus Yayınları
Ankara Üniversitesi Basımevi, 1969, 92 s.

Yaşasın üzeyir (öykü)

Gerçekten iyi bir arkadaş, özel bir insandır Üzeyir. Şişman, onu “eşsiz adamsın” diye övmeye kalktığında, -alçakgönüllülükle şakayı harmanlar- evli olmayışına yorarmış gibi “Evet, sonradan olma değil, anadan doğma dulum ben” der.
Ağacı, çiçeği, böceği -çoğu şeyi olduğu gibi- neyin ne olduğunu hep Üzeyir’e sorarım ben. Örneğin bu ağaç köknar mı, ladin mi desem, iğne yaprağını koparıp parmaklarının arasında çevirdikten sonra söyler ne olduğunu. Yaprak dönüyorsa ladin, dönmüyorsa köknardır. Ladinin kozalakları aşağı, köknarın yukarı bakar. Hele hele yıldızlar, gezegenler… Telefona sarılır, ayın ensesindeymiş gibi duran gezegen neyin nesidir, derim. Dur bir bakayım, der ve sonra neyse, Mars ya da Venüs veya şu bu diye yanıtlanırım. O bilgilendirmeyi sürdürür, “batıya doğru yükselip saat 23’e doğru görünmez olacak” der. Şu çifte V harfli yıldız kümesinin Kassiopeya olduğunu da ondan öğrenmiştim. Yani Üzeyir ansiklopedimdir benim. O çok şeyi, -benim onun çok şeyi bildiğini bildiğimi de- bilir.
Yaşasın Üzeyir!

22 Şubat 2011 Salı

Elias Canetti’nin “Soylu Sınıfın Sonbaharı”ndan birkaç alıntı…

2. Büyük Savaş günlerinde ve sonraları İngiliz soylu sınıfının ve entelektüellerinin
Canetti'nin kaleminden iredelenmesi.

“Hoşgörü İngiliz Entelektüellerinin bir erdemiydi, bunu anlatmak için gerçekten de sadece ‘erdem’ sözcüğü kullanılabilir; bilinçli öğretilen, yerleştirilen bir şeydi hoşgörü; Antik Yunan, Roma filozoflarında olduğu gibi, kesin, anlaşılır, açık seçik ifade edilmeliydi hoşgörü isteyen şeyler. “ s. 149

”… daha şöyle bir yarım saat konuşmamıştık ki (ona göre) korkunç bir suçunu itiraf etti. Savaşın çıkmasından bizzat o sorumluydu; aslında ressam olmak isteyen Hitler’in politikacı olmasından. Her ikisi de, Oskar Kokoschka ve Hitler, Viyana Akademisi’nde aynı bursa başvurmuşlar Kokoschka kabul edilmiş, Hitler geri çevrilmişti. Kokoschka’nın yerine Hitler kabul edilmiş olsaydı, adam hiçbir zaman politikaya girmeyecek, Nasyonal Parti diye bir şey olmayacak, savaş da çıkmayacaktı ona kalsa. Kısacası savaşın suçu Kokoschka’nın omuzlarındaydı.” 174

Iris Murdoch için,
“Söylenen her şeyi dinler; ta ki berikiler sonunda anlatmaktan usanıp ‘tamam, hepsi bu’ diyene kadar; can kulağıyla dinleme hazırdır hep, öyküleri, itirafları, ani fikirleri, çaresizlikleri, umutsuzlukları kuzu gibi dinler. Alışverişe çıkmış bir ev kadını gibi gelir bana bu hali.” (…) “Iris Murdoch’u Oxford’un sebzeli yahnisi diye tanımlayabilirsiniz.” 181

“İngilizlerle ilgili şeyleri yazmayı sürdürmek pek kolay değil benim için. Düşündükçe sıkça öfkeye kapılıyorum.” 194

SOYLU SINIFIN SONBAHARI
Elias Canetti
Çeviren: Veysel Atayman
Sel Yayıncılık, Ocak 2011, 237 S.

21 Şubat 2011 Pazartesi

e-posta'dan

Kamuoyuna;


Anayasa ve Adalet Komisyonu Üyelerinin;

Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay ile ilgili Hükümet Tasarıları Hakkındaki Değerlendirmeleri;

8 yılı aşan bir süreden bu yana devam eden AKP iktidarıyla birlikte, Türkiye Cumhuriyeti Devleti içinde artık AKP’nin Derin Devleti inşa edilmiş durumdadır.

Daha önceki iktidarlar döneminde gerçekleştirilen nispi partizanlaşmayla, hiçbir şekilde kıyaslanmayacak bir süreçten söz ediyoruz. Bu süreçte, bundan böyle devlet yönetiminde kritik görevlerde kamu görevlisi yoktur. Kamu yönetiminde, Partinin Memuru vardır, Cemaatlerin memuru vardır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Vali'lerinin önemli bir bölümü Devlet’in Valisi olmaktan çıkmış durumdadır. AKP’nin İl Başkanlıklarıyla eşgüdüm içinde görev yapan ve Siyasi İktidarın Ajanı durumunda olan görevliler haline gelmişlerdir.
Türkiye Cumhuriyeti, Türkiye’den Yönetilmemektedir.
Bu süreçte Başbakanlık, Adalet ve İçişleri
Bakanlıkları kilit rol üstlenmişlerdir.

Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanı, sayılarının 500’e ulaştığı ifade ve iddia edilen yabancı istihbaratçının varlığıyla ilgili olarak ısrarla sorulan sorulara, “Ben de bilmiyorum” diyebilmektedir.

Bunu söyleyen İçişleri Bakanı’na, ıstırap içinde “Sen hangi ülkenin Bakan’ısın, taşeron Bakan’ımsın?” demek zorunda kalıyoruz.

Türkiye Cumhuriyetinde TİB yoluyla, yasa dışı telefon dinlemeleri yoluyla, Telekomünikasyon yoluyla, gizli tanık terörü yoluyla; Başbakanlık, İçişleri ve Adalet Bakanlığı bünyesinde oluşturulan “illegal karargâhın” varlığını doğrulayan gelişmeler yaşanmaktadır.

Türkiye Cumhuriyetinde 4 Mayıs 2007 tarihli Dolmabahçe görüşmesiyle birlikte, “sivil-asker işbirliğiyle” post-modern bir darbe gerçekleştirilmiştir. Bu darbe üzerine 22 Temmuz 2007 seçimleri şekillenmiştir.
5 Kasım 2007 tarihli Erdoğan-Bush görüşmesiyle de bu süreç uygulamaya sokulmuştur.

Adalet Bakanı, ABD’ne 24 saatliğine gitmekte, gizli görüşmeler yapmakta, ancak kamuoyuna tatminkâr hiçbir açıklama yapılmamaktadır.

Siyasi iktidar, kamu yönetimi içinde kendi Devletini yarattığı gibi; sivil toplumu sindirmiş, birkaç istisna dışında sivil toplum ve meslek kuruluşları muhalefet edemez hale gelmiştir. Anayasal çerçevede muhalefet görevini yapmak isteyen ve sayıları son derece sınırlı olan meslek odaları ve kuruluşlar ise, medya yapılanmasındaki kuşatma ve çıkar ilişkileri sebebiyle sesini duyuramaz hale gelmiştir.

Basının bir kısmı, siyasi iktidar tarafından çıkar ilişkileri içinde “yandaş sözcü” olarak kullanılmaktadır. Bu anlamda ele geçiremediği ve artık sınırlı hale gelen diğer basın grupları ise, vergi soruşturması yoluyla sindirilmiş, etkisiz hale getirilmiştir. Bu gruplardaki yazar kadroları ve televizyon programları bile artık siyasi iktidar tarafından dizayn edilmektedir. Bu medya gruplarındaki programlarda mutlaka siyasi iktidarın bir ya da birkaç sözcüsü programlarda görev üstlenmektedir.

Türkiye’de, Devlet yönetiminde; “Benim Memurum, Benim Müsteşarım, Benim Bakan’ım…” döneminden sonra, “Benim Yargıcım” dönemi yeni HSYK yapılanmasıyla birlikte; Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay tasarıyla hayata geçirilmek istenilmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti; demokratik, laik ve sosyal hukuk
Devletinin tüm direnme unsurlarını ve hayatiyetini yok eden;
Rejimi Faşist bir yapıya dönüştüren sürecin nihai aşamasıyla
Karşı karşıyadır.

Uygulanan sosyo ekonomik politikalarla Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları, Cumhuriyet tarihi boyunca kazandıkları “özgür birey” kimliğinden uzaklaştırılmakta, tebaalaştırılmaktadırlar. Sadaka kültürü toplumsal bir olguya ve temel bir devlet politikasına dönüştürülmüştür. Gelir dağılımı adaletsizliği uçurum boyutlarına varmıştır.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer’in,
1995 yılında yayımlamış olduğu makaledeki görüşler,
AKP iktidarıyla birlikte adım adım ve maharetle
Hayata geçirilmiştir.
Türkiye’de laiklik ilkesinin yerini, İslam’la bütünleşmesi ve daha Müslüman bir yapıya devretmesi gerektiğini, artık bunun zamanın geldiğini ifade eden Ömer Dinçer; aslında Başbakan’ın sözcüsü konumundadır. Kutsal değerlerimizi ve İslamiyet’i istismar ederek, faşizmi kurumsal hale getirmek isteyen siyasi iktidarın önündeki en önemli engel ise Yargı’dır.

Bu gün görüşülmekte olan tasarılar Yargı engelini
Tümüyle bertaraf etmenin ve rejimi dönüştürmenin
Nihai aracı haline gelmiştir.
Türkiye, Cumhuriyet ve Demokrasinin kazanımlarını
Kaybetme noktasına gelmiştir.

Bu sürecin kaçınılmaz sonucu ise, Devlet olarak dikta yapılanması, toplumsal olarak da bölünmedir, ayrışmadır.

Karartma, bilgi kirliliği ve takıya konularında yakın tarihin en büyük demagoglarından olan Başbakan; Göbels propagandası ve Makyavel yöntemleriyle; Türkiye’yi hem ekonomik olarak, hem siyaseten ve hem de kültürel olarak müstemleke bir ülke haline getirme misyonunu büyük ölçüde başarmış durumdadır.

Başbakan’ın deyimiyle, Türkiye “Bölgenin Süpermarketi” haline getirilmiştir. Türkiye Cumhuriyetinin yurttaşları ise bu süpermarketin “kayıt dışı çalışanları ve bekçisi” konumundadırlar.

1919’larda başarılı olamayan, amacına ulaşamayan
Emperyalizm, AKP’nin “işbirlikçi “ anlayışıyla bugün
Önemli bir mesafe almıştır.

Böyle bir tablo içinde Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay tasarılarının teknik ve hukuki olarak değerlendirmesini yapmanın pratik bir anlamının olamayacağı açıktır.

Sadece şunları söylüyoruz;

Tüm yargı mekanizması ve kazanımları; yeni oluşturulan
Ve birçoğunda Yargıçlık misyonu bulunmayan
Anayasa Mahkemesine boğdurulmak ve hegemonyasına
Sokulmak istenilmektedir.

Bugün için Yargıtay ve Danıştay’a egemen olamayan
Siyasi iktidar, Yargıtay ve Danıştay’ı Anayasa Mahkemesi
Aracılığıyla ezmek ve etkisiz kılmak istemektedir.
Anayasa mahkemesi içinde Başkan aracılığıyla bir “Dikta Makamı” oluşturulmaktadır.
Siyasi İktidar, doğrudan kendisine tabi olan Anayasa Mahkemesi yoluyla; 2011 seçimleri sonrası planladığı yeni anayasa düzenlemesiyle, hukuk ve demokrasiye nihai darbeyi vurmayı amaçlamaktadır.

Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay gibi Kurumlar faşizmi hedefleyen iktidarlar için başlangıçta alt edilmesi gereken, üzerlerinden atlanması gereken kurumlardır. Ancak iktidar, Devlet’i ele geçirdikten sonra artık bu Kurumlar, faşizmin demir pençesini oluşturan faşist yargı kurumlarına dönüşürler.

Yıl 1933…

Nazi İktidarının, yeni iktidara geldiği ve henüz yargı üzerinde tam olarak denetim sağlayamadığı yıllar…
Reichstag yangınıyla ilgili davada yargılanan 4 komünistten 3’ünü Alman Yüksek Mahkemesi beraat ettirir. Hitler ve Göering çok sinirlenir. Bu davalar Yüksek Mahkemeden alınır, yeni kurulan Halk Mahkemesine aktarılır.
Yeni Mahkeme, kısa sürede ülkenin en korkunç mahkemesi olmuştur. Türkiye’de de bu misyonu üstlenen Mahkemelerin artık söz konusu olduğunu yeri gelmişken ifade ediyoruz. Hitler’in Mahkemelerinde meslekten gelme 4 Yargıç vardır. Diğer 5 Yargıç ise S.S’lerden ve Ordu’dan seçilmişlerdi. Böylece çoğunluk meslekten gelmeyen yargıçlardan oluşuyordu.

Ortaya çıkan 2 gerçek vardır.

Naziler, Yüksek Mahkeme Yargıçlarının kendi kontrolleri altındaki kurumlardan seçilmesini sağlıyorlar. AKP bunu daha da ileri götürüyor. Sadece Yüksek Mahkemeleri değil, İlk Derece Mahkemelerinde de bunu başarıyor.

İkinci gerçek ise şudur; Nazi Mahkemelerindeki Yargıçların bir kısmı meslekten yargıç yani Nazi İktidarından önce de Yargıç olanlar… Bunlar ya Naziler iktidara gelince Hitler’e boyun eğmiş insanlar ya da başından beri faşizme inanmış olanlar…..

Bu açıdan, bugün demokrasi nutukları atan, hukukun üstünlüğünden bahseden bazı Yargıç ve Savcıları, şayet bu süreç engellenmez ise, yarın öbür gün hukuku ortadan kaldıran, faşist yargı sisteminin en tepesindeki insanlar olarak göreceğimizden kimsenin kuşkusu bulunmasın.

Faşist yargı işte böyle adım adım oluşur.

Bir siyasi iktidar, faşizmi adım adım Devlet yapısı içinde kurumsal hale getiriyorsa, çağdaş anayasalarda düzenlenen temel hak ve özgürlükleri gasp ediyorsa; orada artık insan hakları evrensel sözleşmelerinde ve uluslararası sözleşmelerde düzenlemesi yapılan “baskıya ve faşizme karşı direnme hakkının” meşru şartları oluşmuş demektir.

Türkiye Cumhuriyetinin tüm yurttaşlarını, bu “açık ve yakın tehlikeye karşı” uyarıyor, anayasal ve meşru zemin içinde toplumsal haklarını kullanmalarının zorunluluğunu dile getiriyoruz. Gün o gündür.

Tüm yurttaşlarımızın ve sivil toplumun dikkatlerine saygıyla sunulur.


M. Akif Hamzaçebi
CHP Grup Başkanvekili
Trabzon Milletvekili

Atila Emek Mehmet Ali Özpolat Atilla Kart
Antalya Milletvekili İstanbul Milletvekili Konya Milletvekili


Şahin Mengü İsa Gök
Manisa Milletvekili Mersin Milletvekili

Halil Ünlütepe Turgut Dibek Ali Rıza Öztürk
Afyonkarahisar Milletvekili Kırklareli Milletvekili Mersin Milletvekili

Rahmi Güner Ali İhsan Köktürk
Ordu Milletvekili Zonguldak Milletvekili


İlk gönderenin Özel Notu:

“BU METNİN SADECE İNTERNET ÜZERİNDEN YAYINLANMASINI YETERLİ GÖRMÜYORUM. ASLINDA KAMUOYUNA BASIN YAYIN ORGANLARI YOLUYLA DOĞRUDAN DUYURULMASI VE İÇERİĞİNE İNANAN/İNANMAYAN HERKESİN KENDİ PAYINI ÇIKARMASI GEREKİRDİ. BUNU HALA UMUYOR VE BEKLİYORUM.

"Rakıya lâf edenin" (bir e-posta'dan)

Yarasın...:-)))


*RAKI*

Dönülmez akşamın ufkundayız azizim...
Arap aklıyla bize akıl vermeye kalkıyorlar ama "alkol" kelimesinin kökeni
Arapça.

Kullanmamak lazım.
Hatta, yasaklansın.

Rakı ise, özbeöz Türk.

"Ne malum?" derseniz.
Nerede, ne zaman ve kim tarafından icat edildiği bilinmiyor. Oradan malum.
Eğer, biz Türklerden başka bi milletin icadı olsaydı, yazılı tarihi olurdu,
şeceresini bilirdik!

Şampanyanın mucidi Fransız keşiş, Dom Perignon, 1638'de dünyaya gelmiş
mesela. Evliya Çelebi'nin 1635 tarihli seyahatnamesinde "rakı" geçtiğine
göre, şampanyadan eski demek ki.

Yani?
Şampanyayı icat eden Dom Perignon, kundakta ana sütü içerken, biz aslan sütü
içiyorduk!

Başka "aydınlatıcı" veri var mı. Var.

Memleketi "ampul" yönetiyor ama, elektriğin ampulden önce rakıya faydası
olmuştu. Çünkü, elektriğin icadıyla birlikte "buz" üretildi. Buz üretilince,
"rakıya niye buz koymuyoruz azizim?" keşfi yapıldı. Bu tarihi keşif
neticesinde, rakının üstüne buz koymak için daha uzun bardağa ihtiyaç oldu.
Zahmet edip özel bardak icat etmek zor geldiği için, pratik Türk zekâsı
devreye girdi, "limonata bardağı ne güne duruyor muhterem" keşfi yapıldı.

"Asil"dir rakı...

Bakın, 1900'lü yıllardan bir davetiye aktarayım size: "Muhterem efendim,
teşrin'i saninin 21'inci gününe müsadif Cuma akşamı, Hristo'nun
Meyhanesi'nde taam eylemek ve hususi bir eğlence tertip ederek vakit
geçirmek istiyoruz. Sizi pek seven cümle dostlarımız teşrif edeceklerdir.
Binaenaleyh, icabetiniz bizim içün mücib-i şeref olacaktır. Bu lütfu bizden
esirgemeyeceğiniz ümidi ile takdim-i ihtiram eyleriz efendim. Pera
sahaflarından Şener Efendi."

Nezakettir, zarafettir.
Adab-ı muaşerettir.

"Milli"dir.

Üstelik, AKP'nin "milli"sidir.

Bu arkadaşların döneminde "milli" oldu. Rakıyı "milli içki" olarak
tescilleyen Türk Patent Enstitüsü Başkanı, o makama, AKP tarafından
atandı... Eşi de, AKP milletvekili. Ki o milletvekili, Suudi Arabistan Riyad
Eğitim Fakültesi İslami İlimler mezunudur iyi mi...

Dolayısıyla, "rakı balık Ayvalık" gibi, zincirleme reaksiyonla, AKP'nin
"milli"sidir!

"Rakı içeceğinize meyve yiyin, kavunun yanına 35'lik salkım açın" filan gibi
gayriciddi yaklaşılamaz ona. Ciddiyet ister. Fava, pilaki, şakşuka, memleket
"meze"lesidir.

Yurtseverdir. İki tek attın mı "n'olacak bu memleketin hali?" diye
endişelenmezdin aksi olsa.

Evrim Teorisi'nin kanıtıdır, fazla kaçırırsan, özüne dönersin, maymun
olursun. Bilimdir.

Maymun değilsek bile; ne anlamı var onsuz, rakida'nın cibes'in turpotu'nun,
inek miyiz biz? Madem gıcıksın rakıya, niye balık avlıyorsun boşu boşuna?
Şerbetle mi yiyeceksin lüferi?

"Fevkalade"dir.
"Aliyül'ala"dır.
1926'da üretime başladığında, rakılarına bu isimleri koymuştu Tekel.

Kadındır. Cumhuriyet'in ilk yıllarında "Sevim, Elif, Hanım, Denizkızı,
Üzümkızı, Jale" isimlerini taşırlardı. Botoks'tur aynı zamanda. Çirkin kadın
yoktur, az rakı vardır, en kaknemi bile bir başka görünür gözüne, içilir,
güzelleşilir.

Hayatın anahtarıdır. Büst gibi oturan adamın bile çenesini açar. "çilingir"
sofrası denmesi, ondan. Kontörsüz muhabbettir. Kahkahadır.

İçki içen, neler yaptığını hatırlamaz; rakı içen hatırlar. Acısıyla
tatlısıyla hatıraları kaydeden hard disk'tir çünkü. Tıp bazen çaresizdir. O
ilaçtır. Gurbete bile iyi gelir.

Herkesin gençlik hatası olabilir, bira içersin. Sonradan para kazanınca,
şarap içmeyi matah zannedersin. Amerika'da kamyon şoförlerinin içtiği
viskiye Etiler'de, Reina'da kamyon parası ödersin, ayrı. Kürkçü dükkânıdır.
Döner dolaşır, gelirsin.

Çocuktur. Ağlarsın.

Orhan Gencebay'dır. Entel dantel barlarda dinlemeye utanırsın. Ama hepimiz
biliriz ki, ezbere bilirsin. Tatlıses'tir. Realite'dir.

Peynir, Rakı, Kavun, PRK, örgüttür.
Ama, bölücü değil, birleştirici örgüt. Türk'ü de içer, Kürt'ü de, Laz'ı da,
Çerkez'i de, Ermeni'si de, Yahudi'si de. Rumlar öyle meze yapar ki, AB'ye
almasalar da helali hoş olsun, Kıbrıs'ı veresin gelir.

Orhan Veli'dir. "Şiir yazıyorum, şiir yazıp eskiler alıyorum, eskiler verip
musikiler alıyorum, bir de rakı şişesinde balık olsam"dır. Şiirdir. Dönülmez
akşamın ufkudur aynı zamanda.

Ve, Mustafa Kemal'dir.
Rakı içiyordu diye "sarhoş" demeye getiriyorsan eğer, "sarhoş kafayla kurup
yücelttiği memleketi, ayık kafayla niye yönetemiyorsun?" diye sorarlar
adama!

Oof, çok uzattım...


Vakit tamam, güneş batmak üzere, bana müsaade, *cümleten şerefe!*






(Tekel)inle tut beni
(Alkol)larına sar beni
n(Efes)ine bile muhtacım
bı(Rakı)p gitme beni. . ..

20 Şubat 2011 Pazar

Susanna Tamaro'dan

“Yerinde duran yanlış yapmaz, Ama yerinde duran ölmüş sayılır.” 11

“Genetik mirastan korunacak daha değerli hiçbir şey yoktur. Bunu söyleyen bilim, ben değilim. Belki bir biçimde babam da Darwin’den esinleniyordu. Babamı ve onun gibi düşünen bütün babalar, en güçlünün kazandığını söyleyen yasaya inanıyorlardı.” 28
“Hiroşima ve Nagazaki’yi anımsıyor musun? Orada, bombalardan sonra böyle çocuklar doğdu. İşte, olan şuydu: Doğa, birdenbire, doğru yöntemleri unuttu, iki baş, altı kol, üç bacak... (...) belki de doğa en baştan beri böyle yapmalıydı, bir baş gerçekten çok az. İçinde pek az yer ve pek çok karmaşa var.” 30

“... yaşamları hakkında kesin bir düşüncesi olanları kıskanıyordum, onlar ellerinde kocaman bir şemsiye ile doğmuşlardır. (...) artık açık seçik anlamıştım ki, mutsuzluğun büyük bölümü yanlış yol seçmekten kaynaklanıyordu. Çok dar -ya da çok geniş- ayakkabılarla birkaç kilometre yürüdükten sonra dünyaya lanet etmeye başlanır. Benim çözemediğim, insanın neden en baştan kendi ayağına uygun ayakkabılar seçemediği sorusuydu. (...) Farkında olmadan delilerin servisine geldim. Biliyorum onlara bu adı vermemeliydim, ama içerde bu en yakışıksız sözcüktü. Bütün kartelalarda ‘üyeler’ ya da ‘psikolojik handikap sahipleri’ olarak geçiyordu adları. Buna dikkatimi çeken Andrea olmuştu. ‘Görüyor musun’ demişti, ‘Artık yalnızca sözcüklerden bile korkuluyor. Ağzı kirletmemek için temiz sözcükler kullanıyorlar. Sözcükler, tek başlarına insanı kırmaz oysa. Yaralayan bunun arkasına saklanan ikiyüzlülüktür. Deliliğin de kendine göre bir yüceliği vardır.” 75-76

“ Fazla yükselmek tehlikeyi göze almaktır.”

Aşırı duyarlık bir pasaport değil, bir tuzaktır. Bunu hemen fark etmezsin. İlk yıllarda bu niteliğin övgü toplar. Daha sonraları sorun olur. Yavaş yavaş çevrendekiler duyarlığın bir armağan değil de kurtulunması gereken safra olduğunu fark ederler. Dünya tilkiler, sırtlanlar ve dirsek darbeleriyle doludur. Sen yumuşak tüylü bir tavşansındır, asla ilerleme fırsatı bulamazsın. Bu yüzden bir günden ötekine her şey değişiverir. Çevreni saran, yalnız ötekiler gibi olmayışından ötürü oluşan huzursuzluk ve gerginlik olur. Bu büyük tavşan mezarlığından yalnızca olağanüstü bir şeyler yapmayı bilenler sıyrılır.” 78

“O beni sessizce dinledi. ‘Bir sınırı aşmak isteyen’ diye yanıtladı sonra, ‘İçinde büyük bir şeyler besler. Bu normal insanların başına gelmez hiç.” 79

“...Teslim olmamayı, zayıfların dışında yürümeyi sürdür, bak göreceksin er geç karşına bir çağrı çıkacaktır.” 80

“Vasatlıktan çıkmak için iki yol vardır. Bunlardan birincisi sanat, ikincisi eylemdir.” 81

“Büyüklüğün bir bitki gibi olduğunu anlamıştım. Gelişmek için ışığa ve bereketli bir toprağa gerek vardı. (...) Baudlaire’in Albatros’u gibi açmak istiyordum kanatlarımı: Henüz uçmadığım halde, onların güçlerini ve ağırlıklarını hissedebiliyordum. O ana dek açmadıysam, bunun nedeni, önümde beni karşılayabilecek kadar geniş bir gökyüzü uzanmadığı içindir.” 82

“Altmış sekiz geçeli epey olmuştu, bizim arkamızda kalalı bir on beş yıl vardı. Altmış sekiz geçmiş ama uzun ve tavus kuşunun ki kadar renkli kuyruğu kalmıştı. Hayvan uzaklaşmıştı ama kuyruğu hala harman yerinin tozunu havaya kaldırıyordu.
O kuyruk beraberinde sis dolu yıllar getirmişti, bunlar bulutsuz günlerin sisiydi. Bir saat kadar sis her yeri örtüyor, sonra kalkıyor ve güneş ortaya çıkıyordu. O zaman ülke pırı pırıl ışıldıyordu.
Bu siste her şey yaşanmıştı, bombalar patlamış, trenler havaya uçmuştu. Sisin içinde, kaçanların ve izlenenlerin ürkütücü ve gürültülü ayak sesleri, demir çubukların ve copların sağır darbelerinin furyası gizlenmişti. Sis her şeyi örtüyordu. Örtemediği tek şey kandı. (...) neredeyse hiç kimse, sisin arkasında bir merdiven olduğunu fark etmemişti, onu görenler ise bu haberi gizlemişlerdi, o merdiven yukarıya ulaştırıyordu ve yukarılara çıkınca, görünmez olanlar görülebiliyordu. Aşağıda, altta, yorgun pek çok kez kandırılmış bir ülke vardı. Egemen olan grilikti, ülkeyi hiçbir yere taşımayan sürekli seçim toplantılarıydı. Her seçimden sonra, başlamış olan işler de yarım yamalak bırakılıyordu. Yollar ve otoyollar böylece askıda kalıyor, okullar penceresiz, ayakkabılar çiftlerinden ayrı bekleşiyorlardı. Ülke eski ülkeydi ve şeffaf olmayan küçük bürokratlar ordusunca yönetiliyordu. Her şeyin üzerinde bunaltıcı bir boyunduruk vardı, bombalar, patlamalar bu boyunduruğa biraz hasar vermişti. Bu ülke, erken yaşlanmış bir ülkeydi, bunu değiştirmek için bir şeyler yapmak gerekliydi. (...) seksenli yıllar gelmişti, bunlar, bir buzkıran gemisi gibi güçlü ve belirleyici, Pinokyo’yu Eğlenceler Ülkesine götüren at arabası gibi hayali ve aldatıcı yıllardı. Gemi geçerken sirenlerini pek güçlüce çalmış, büyük ülkeyi yere sermişti. Sanki bir gezi gemisi gibi neşeli ve davetkârdı. Geçiyor ve arkasında para kokusu bırakıyordu.
Merdivenin tepesindeki beyler katil balinalara değil, terbiyeli insanlara benziyorlardı, güzel şeyler söylüyorlardı, umut doluydular, sürekli gülümsüyor, kışın bile yanık tenle dolaşıyorlardı, her şey için doğru bir söz ve çözüm buluyorlardı: Onların en büyük arzusu kendi yaşamlarından çok, halkın mutluluğu idi ve mutluluk tek bir şeyde bulunuyordu: sahip olmak.
Bir katil balinayla savaşmak kolaydır, ama bizim iyiliğimizi isteyen biriyle neden savaşacaktık ki?
Onlar katil balina değil panayır tellalıydılar, mallarının çürük olduğunu anlamak için biraz sessizlik gerekliydi: Belki de bu yüzden sessizlik kalmamıştı bu ülkede.
Kısa zamanda pek çok yeni televizyon doğmuştu. Artık günün her saatinde televizyon programları seyretmek olasıydı. Bu katot tüpünün içinde yaşamdan zevk alanlar ülkesi gibi bir şey vardı, sabahtan akşama kadar aynı kuşku vurgulanıp duruyordu. O ana dek yaşadığımız gibi yaşamak yanlıştı, para her türlü varlığın amacıydı, ama en aptalca şey de para kazanmak için kendini yormaktı. Artık televizyonu açıp bir kavanozda kaç fasulye tanesi olduğunu bilmek yeterliydi. Sunucu deli gibi bağırmaya başlarsa, milyoner oldun demekti. (...) Tanrının nimeti her yerde ve üzerinde büyük kurdelelerle iniyordu gökten. Artık sınıf ve kültür ayrımları kalmamıştı, bir şeyler bilmek gerekmiyordu, sabırlı olmak ve sırada beklemek gerekiyordu, bekleyenler eninde sonunda zengin olacaktı. Ve kukla tiyatrosundaki yağmur gibi gökten para yağdırırlarken perdenin arkasında merdivenin tepesindeki beyler, hazinenin gerçek sandığını boşaltıyorlardı, televizyonda parıldayan avuç dolusu milyonlar, yalnızca tavuğu ipnotize etmek için kullanılan bir cep saatiydi.” 140-141

“Hala toprağa basan bu ayakların, hala atan bu yüreğin, ışığın her tonunu yakalayabilen gözlerin bir nedeni olmalıydı.” 201
“İşte orada nokta ve satırbaşı diyebilir, kum saatini baş aşağı çevirebilirdim” 212

“Sözcüklerin olmadığı bir ilişkide onu sevmiştim.” 223

Animo Mundi (Dünyanın Ruhu)
Çeviren: Eren Cendey
Can Yayınları, Mayıs 1997, 2. Baskı, 256 S.

19 Şubat 2011 Cumartesi

Şemsi Tebrizi’den

“Biri cemaate geç geldi. ‘Namaz kılındı mı? diye sordu. ‘Evet’ dediler. Bir ‘Ah’ çekti. Oradaki bir Tanrı eri, ‘Ah’ dedi. ‘Bütün ömür boyunca kıldığım namazları sana vereyim, sen ahı bana ver’. Dedi ki: ‘Şimdi bana da gerekliydi.” 11

“… Bir aralık dediler ki, her şey haktır, halk yoktur. Ama halk olmasaydı söz harfsiz, sessiz bir şey olurdu. Hakkın olduğu yerde harf ve ses yoktur. Adamın sözüne güleceğim geldi. Bana, mazur gör, arkam sana dönük, diye bir lahavle çekti. O halde, senin önünde, arkan da aynıdır, yani yırtılmıştır, dedim. (…) Mevlana’nın hiç müridi yoktu. Ancak oğulları hem evlat, hem de mürit idiler. Eğer başka bir zaman, dün gece söylediğim hikâyeyi söylemiş olsaydım, bize gücenirdin: ama şimdi gücenmenin ne yeri var? Bugün aydınlık içinde aydınlık var. Önce, âşık mıyım, diye soruyorsun, uzun boylu ısrar ediyordun. Ben onu öyle okşuyordum ki, sen ne güzel yaptın diyordun.” 14

“Âşık olacaksan bir güzel ara! Tam bir âşık değilsen o güzelden daha başka bir güzel bul! Örtü altına gizlenmiş ne güzeller vardır.” 18


“… Nihayet kıble tarafına namaz kılmasını emretti, çünkü her taraftan Kâbe yönüne doğru namaz kılmak gerekiyor. Bu yönelişin farz olduğuna bütün dünya ufaklarında söz birliği etmişlerdir. Müminler, Kâbe’nin çevresinde halka olup secde ederler. Kâbe’yi aradan kaldıracak olursan acaba bunlar hep birbirlerine mi secde ederler? Hâlbuki onlar kendi gönüllerine secde etmiş olurlar.” 20

“… Aynı sofi şakalarına başladık. Eğer başka birini bulursam elimden kurtulursun, yok, yok bulamazsam elimdesin, derdi. (…) Onu odasında görmeye geldiğim zaman karşımda başı kesik tavuk gibiydi.” 22

“… Sonra sordu: Sen balığı bilir misin? Kumarbaz, evet, dedi, bilirim. O halde balığın nişanını anlat. Deve gibi iki başlıdır, dedi. Ha, dedi, vezir; sen balığı bilmediğin gibi deveyi de bilmediğin anlaşıldı

“… Meyhanede böyle bir lahavle çekmek, Kâbe’de lahavlesiz kalmaktan daha hayırlıdır. Ama mescitteki lahavleyi ne bileyim.”

“sağırın biri değirmenden geliyordu, değirmene giden birine rastladı, kendi kendine, bu adam benden herhalde nereden geliyorsun diye soracak dedi. Selam vermeyi bile unuttu. Önce böyle yanlış düşününce başından sonuna kadar hep saçmaladı. Önce nereden geliyorsun dediklerini sandığı için değirmenden geliyorum, derim, diye düşündü. Ne kadar un yaptın derlerse bir buçuk kile derim. Hâlbuki gerçekten adam ona diyordu ki, karının ardı uğursuz mu? Beline kadar işaret ediyordu. Nihayet adam bu yolcunun sağır olduğunu görünce ilk sözü anlamadığını sezdi. Ondan sonra hatırına gelen her şeyi söyledi, ama eğer doğru cevap verseydi ilk önce söylediği söz boşa gitmezdi. Ama o sağırdı her şeyi anlayamazdı.” 39

“Söylediğim şeylerin hepsinde vazgeçtim pişman oldum
Çünkü sözde mana, mana da söz kalmadı

“…’önce yoldaş, sonra yol’, derler.” 71

“Vaizin önünde öğüt vermek, hanendenin karşısında şarkı söylemek olmaz.”

“İnsanın gıdası ekmektir. Zaman zaman çorba ile et de olur.” 98

“Eyyub Peygamber (Tanrının selat ve selamı ona olsun) bedeni kemiren kurtlara o cihetten sabrediyordu ki, o sayede devlete erişti. Derler ki, iki yüz bin kurt ve böcek onu ısırıyordu. Ben saymadığım için bunların sayılarını bilmem. Sanki saymışlarda ona göre söylüyorlar! Kurtlardan biri yere düştü mü onu alır, tekrar yarasının üzerine koyarmış. Güneş ışığında vücudunun bir tarafından bakılınca öteki tarafı görünürmüş.” 100 (…)

“Oğlum sen kuvvetle dağı kamçılıyorsun.” 102

Sofi evden dışarı çıkar, hırkasının yenine bir dilim ekmek yerleştirir. Yüzünü o ekmeğe çevirerek: Ey ekmek der eğer başka bir şey bulabilirsem ekimden kurtulursun, yoksa zaten elimdesin’” 118

“Çünkü kadıncağız erken bir seher vaktinde öyle bir ah çekti ki evin tavanını tutuşturacaktı.” 124

“Veys cevap vermek için ağzını açacağı sırada on yedi kişi yüz üstü düştüler. Baygın bir halde kendinden geçtiler.” 135
(Breh breh breh!..)

Adama dedim ki: Bir şart ile geliriz. Sen ne yiyorsan dervişlere de ondan vereceksin. Ayağıma kapandı. Çünkü o bunu rüyasında görmüş ve vaktini bekliyormuş. Dervişler için karpuz toplamıştı. Ona dedim ki: Sakın olmaya ki sen iyilerini yiyesin de dervişlere Allah için ondan daha fenasını veresin. Bir nara atarak yere yuvarlandı. Dervişleri üç gün konakladı, kuzular kesti, onun nasibi budur dedim. Azizleri üç gün geri bıraktım, ama sana da nasip erişti diyerek ayrıldım” 135

“Adam bana alçakgönüllülük gösterdi, yemekler getirtti. (…) Yemek yedikten sonra, bana bu şehirde bulundukça her gün gel karnını doyur dedi.” 136

“Nasıl ki bir gün o Mansur der ki: Eğer kuru bir ağaca bile yürü dese, onu yürütür. Bu sırada hemen bir tahta minber yerinden ayrılır, iki kere yere eğilir. Mansur, ey minber! Der ben sana söylemiyorum, sen yerinde dur!” 141

“Adamın biri, Kadıya şikayete gider. Davalı tarafın tanığı yoktur, ona sen yemin edeceksin, derler. Cevap verir: Vallahi de yemin etmem billahi de.” 156
“İblis der ki: Hırsızın kendisi mahalle içinde hırsız var diye bağırır, mahalle halkı de onunla birlikte hırsız var, hırsız var diye feryat eder.” 160
“Şu Müslümanlardan sıkıntı duymuştum, beni açlıktan öldürüyorlardı, onlar lük lük yutuyorlar kendi keyifleri için yiyorlardı.” 161
“Bir gece Hazreti Mustafa’yı (S.A.) rüyasında gördü (…) Hazreti Peygamber’i (S.A.) yüzünü öte tarafa çevirdi. Bunun üzerine feryada başladı. Ey Tanrı elçisi dedi, benden yüz çevirme! Hazreti Peygamber (S.A.) buyurdu ki bizi daha ne kadar inkar edeceksin? (…) yüzüstü düştü, ağladı, tövbe etti. Hazreti Muhammed (S.A.) kucağına bir avuç kuru üzüm ve fındık koydu. Bu halde uykudan uyandı.
Koşup geldiği zaman Şeyhin henüz oğlanla satranç oynamakta olduğunu gördü. Eteğinde kuru üzüm vardı. Tekrar inancı sarsıldı, hemen geri dönmek istedi. Şeyh bağırarak daha ne zamana kadar? dedi. Bari Tanrı Peygamberinden utan. Bu sefer koşarak Şeyhin ayağına kapandı, Şeyh tabakları getirin diye seslendi. Gördü ki o kuru üzümle fındık tabakların içinde yalnız bir avuç kuru üzümün yeri boş. Şeyh ona, o şu avuç üzümü şu tabağa koy ki Hazreti Mustafa (S.A.) onu bu tabaktan almıştı, dedi.”
Şu saatte bu topluluk Padişaha giderek (bizim için) o, mubahçıdır, her şeyi hoş gören adamdır, onun dini ve hali nasıldır bilinmez, derler. Bir hafta sıcağa gider, geceli gündüzlü orda kalır. Bir ayağını genç bir çocuğun, öteki ayağını Reis oğlunun yanına uzatır. Önlerinde ateş mangalı hep kebap pişirirler. Bir şeftali bir çocuktan, bir şeftalide ötekinden alır. Başka ne kaldı ki?” 173



Şemsi Tebrizi - Konuşmalar (Makalat II)
Çeviren: M. Nuri Gençosman
Hürriyet İslam Klasikleri, Ekim 1975. 206 S.

18 Şubat 2011 Cuma

Atayman’ın Canetti çevirisini okurken

Ayda 1000-1200 sayfa kitap okumakla kendi kendime kasılan ben, “Soylu Sınıfın Sonbaharı”nda “Temizlik İşçisi” bölümüne geldiğimde soluklanmak üzere ara verdim ve tütünümü tüttürürken düşünmeye daldım. (bunu çokça yapıyorum. Okuduğumun -olumlu ya da olumsuz- heyecanını yaşıyor bazen defterime veya bilgisayarıma aktarmak üzere böyle notlar alıyorum) Evet, ayda bin sayfanın altına düşmeyen okumamla kendi kendime bir övünme payı çıkarıp kasılmamdan utandım. Az önce okuduğum bölümde Canetti, üzerlerinden bombardıman uçakları geçerken Milburn’a Hölderlin öğretisi veriyordu. Ne diyorsun Denizer, dedim. Veysel Hoca, bu arada okumakla kalmıyor o kitabı Türkçeye (yani başka dil bilmeyen benim gibilere) çeviriyor. Üstelik glokomlu gözüyle, deyip yine kalem kâğıda sarıldım.
Böylece günah çıkarttıktan sonra rahatlamış olarak “Temizlik İşçisi”ni okumaya başlayacağım.
Galiba Batı’nın uygarlığı; sanatçılarının ‘itiraf’ etmeyi bilmeleridir…

Susanna Tamaro'dan

“Yakınlardaki yapraklar birbiri ardına düşüyor, sen onların düşüşünü seyrediyorsun, rüzgar çıkacak korkusu içinde yaşıyorsun. Benim için rüzgar sendin, senin ergenliğinin o kavgacı canlılığıydı. Sen bunu hiç fark ettin mi bir tanem? İkimiz de aynı ağacın üstünde yaşadık, ama öyle değişik mevsimlerdeki!” 15

“Sana zaman yitirmenin hiç de kötü bir şey olmadığını hatırlattığım zaman müthiş irkiliyordun. En çok da, hayatın bir koşu değil hedefi vurmak olduğunu söylediğimde dehşete kapıldın: önemli olan zamandan tasarruf değil, bir hedef bulmaktır.” 21

“... çalının yanından geçerken ölüp kurumuş bir bülbül bulmuştum yerde. Korkusuzca elime aldım ve babama gösterdim, ‘Yere koy onu’, diye bağırdı babam, ‘Görmüyor musun uyuyor?’ Ölüm aşk gibi konuşulmaması gereken bir konuydu. Bana Argo’nun öldüğünü söyleseler bin kez daha iyi olmaz mıydı?” 36

“Bu sabah onunla benim, benimle anılarım arasına biraz taze hava girsin diye bahçede gezindim” 38

“Rastlantı: Bayan Marpurgo’nun kocası bana bir seferinde İbranicede bu sözcüğün karşılığının olmadığını söylemişti. Rastlantısal bir durumu belirtmek gerektiğinde Arapça karşılığını söylerlermiş. (...) Gülünç ama güven verici: Tanrının olduğu yerde rastlantıya yer yoktur, onu simgeleyen o basit sözcüğe de elbet...” 42

“içimde şu atasözü yankılandı: ‘Dil dişin ağrıyan yerine değer.” 47

“Ama karakter ve kişilik sanılanın tersine, yan yana yürümezler, hatta birbirlerin, görmezden gelirler.” 56

“... Kral Süleyman’ın yüzüğünü: dünyadaki bütün hayvanlarla konuşabilmeyi sağlayan o büyülü çevirmeni isterdim.” 62

“Yaşam cömertlik ister.” 69

“Eğer bir kez mutlu olduysa diyordum o zaman gene olabilir.” 81

“Senin öykün, annen, baban, dedelerin, hatta belki artık kimsenin anımsamadığın uzak bir amca bile senin yüzünde yansır. (...) yüz bizim öncelikli kişiliğimizdir. Yaşamda bir düzen kurmamıza izin veren ‘işte buradayım’ dedirten şeydir.” 85
“Günün birinde çocuk, aynada kendini incelerken içinde bir başkasının daha barındığını anlar ve bu başkası hakkında her şeyi bilmek ister.” 86

“Eğer yaşam bir yolsa yokuş yukarı giden bir yoldur.” 138

“Ölüler yokluklarıyla değil, daha çok -onlar ve bizler arasında- söylenemeyenler yüzünden acı verirler.” 141

“Çınarın altında oturduğunuzda kendiniz değil, çınar olun, ormanda orman, kırda kır, insanlar arasında insanlarla olun.” 144

“Ve sonra, önünde pek çok yol açılıp sen hangisini seçeceğini bilemediğin zaman, herhangi birine, öylece girme, otur ve bekle. Dünyaya geldiğin gün nasıl güvenli ve derin derin soluk aldıysan, öyle soluk al, hiçbir şeyin dikkatini dağıtmasına izin verme, bekle ve gene bekle. Dur, sessizce dur ve yüreğini dinle. Seninle konuştuğu zaman kalk ve yüreğinin götürdüğü yere git.” 157

Yüreğinin Götürdüğü Yere Git
Türkçesi Eren Cendey
Can Yayınları, Eylül 1995, 2. Basım, 157 S.

Zühtü Bayar'ın "Aydınlık"taki değerlendirmesi

KÜLTÜR / SANAT
EDEBİYATIMIZDA "YENİ" BİR ÜSLUP USTASI: EKMEL DENİZER
'Yazarlık durumu'nun engebeli yolu


Ekmel Denizer, aslında bizim spordan tarihe, söyleşiden anıya, daldan dala atlayan ve sonunda "Yıl: 2046 Uzay Anı¬ları" adlı bir bilimge romanı ya¬yınlayan gazeteci Aydın Boysan gi¬bi edebiyata geç gelen yazarlar¬dan.
Ama yeni başlayanlardan de-gil!
1963'te, daha yirminci baharı¬nı yaşarken ilk şiiri Varlık dergi¬sinde yayınladığı zamanki hali, dünmüş gibi aklımda. Hiç de heye¬canlı değildi. Alçakgönüllülüğün son sınırlarında dolaşan yalnız bir kâşif gibi sakin bir telaş içindeydi. Ama yüzündeki doygun gülümse¬meyi unutmama olanak yok. Bana gelince... On dokuz-yirmi yaşların¬da, yazı yazmaya hevesli, çiçeği burnunda bir genç, birkaç yazı ve
^lenizer, (sol başta) 23 Aralık 1998'de
Yeniköy'deki bir sohbette sırasında ilhan Selçuk ve Emre Kongar'la birlikte.

Denizer, her soylu edebiyatçı gibi, yazılarında insan gerçeğini ve insana dair olanı ele alır. Şiirlerinde simgeci olan Denizer, öykülerinde izlenimcidir ve onun öykülerinin üstünü, konu itibariyle Poe'dan, Pound'a; Çelebi'den Sait Faik'e kadar uzanan geniş bir yelpaze örter.
ZÜHTÜ BAYAR
şiir yayınlamış bulunuyorsa, hele aylık bir sanat dergisinde düzelt-menlik ve muhabirlik yapıyorsa; bu gencin kafasında kavak yelleri esmiyorsa da özgüveni gelişmiş de¬mektir. Bu durum, içimde, ona karşı bir üstünlük duygusunun ge¬lişmesine neden olmuştu. Ama şöyle düşünmüştüm: Ekmel yaz¬mayı ve yayınlamayı sürdürecek ve kuşağımın, adını sanını duyur¬muş bir yazarı, edebiyatçısı ola¬caktı.
Ama öyle olmadı.
EDEBİYATÇILIĞIN ÇİLELİ YOLU
Yaşam koşullarının kimi, nere¬ye getireceğini; tarihin gelişim ya¬salarından habersiz ve masum "irade-i cüzziye"mizin bu koşulla¬rı değiştirmek bahsinde ne ölçüde etkili olabileceğini bir-iki uzak gö¬rüşlü ve yetenekli "fütüro-ta-rirTçinin dışında kim bilebilir?
Ekmel Denizer de, doğru hesa-

bını yalnız zamanın tutabildiği kendi kişisel ve özel tarihini, içinde yer aldığı sosyal denizle birlikte yaşadı. Yaşam koşulları onu bası¬mevi yöneticiliğinden memuriyete; yerel gazetecilikten ticarete kadar, (hep sanatçıların ve yazarların mü¬davimi olduğu, içi antik kitap ve objelerle dolu bir sanatçılar kahve¬si işletmeyi hayal etmiş ve bu yol¬da da azıcık dünyalığı kediye yük¬lemiştir) itekleyip durdu. Gençlik hayalleri, tarihin realiteleri karşı¬sında unufak olup, tozu dumanı havaya savruldu. Bir edebiyatçının büyük çileler çekmesi gerektiğini; yalnızlığı ve yoksulluğu tatması, ihaneti ve ikiyüzlülüğü tanıması, dostluğu kimi zaman aşka tercih etmeyi bilmesi gerektiğinin farkın¬da değildi. Bu yüzden, bütün bu saydığım "yaşam felaketleriyle" yüz yüze gelmeyi ve "non-confor-mist" bir tavırla topluma, geleneğe kafa tutmayı geç öğrendi.
Ne yapalım; tarihin akışı bazen zamanı bile utandıracak bir kap¬lumbağa hızı derekesine düşebilir. Aslolan; zahidin, ibadethaneye geç gelmesi değil, sonunda gelebilmiş olmasıdır. Hem, uzun ve dolam¬baçlı yollardan gelenler, sırtların-daki yükün zenginliği bakımın¬dan, kestirmecilerden evladırlar.
Ekmel Denizer, Jean Paul Sart-re'ın ifadesiyle "yazarlık durumu¬nu" kazanmayı dolaylı bir yoldan elde etmeyi seçti, işte bu yüzden, 70'li yıllarda adını çoktan Türkiye edebiyatında duyurması gereken selim üsluplu yazarımız, ancak 2000'li yıllara yaklaşılırken, ya¬yıncı ve eleştirmenlerimizin tembel ilgisini çekebildi.
BÖLGECI BÎR YAZAR, AMA KÜLTÜREL ANLAMDA
Ekmel Denizer, bugüne kadar dört kitap yayınladı. Bunlardan üçü, "iki Nokta Üstüste" (köşe ya¬zıları, 1997), "Şiir Şiir Şiir" (1998), "Arkadaş Değil miyiz?" (köşe yazıları, 1998) Yeşil Marma¬ra Yayınları tarafından basılmış.

prömi*

Güneşli ılık bir gündü. İçkimi içeceğim bir yerde kendime güzel bir yemek ısmarlayıp gelip geçeni seyredeceğim bir gün olsun dedim ve bakına bakına caddeden bir aşağı bir yukarı gidip gelirken “Little Ceasare”, “Pizza Hut”, “Mc Donald”,”Wiener Wald” ve ristorante bilmemne (ve bunun gibi) alabildiğine uzayıp giden tabelaların arasında Mütareke İstanbul’undaymışım gibi bir duyguya kapılmış gidiyorum ve bir yandan da “aralarına ABD’yi de almışlar… tümüyle Avrupa bir arada” diye söyleniyorum.
Tadımın kaçmasını önlemek için tabelasına bakmaksızın bir kapıdan içeri atıyorum kendimi. İlk kez geldiğim loş ama hoş bir yer burası. Işık, türlü renkteki küçük camlardan girmiyor da sızıyor, ortamı çiçek dürbününe çeviriyor sanki. Bir yerlerden, kulağıma Lili Marlen ezgisi çalınıyor. İç mimarı kimse bir aferin kapıyor benden. Ayni zamanda patron olduğu belli olan yanakları al al şişman garsona gülerek çok aç olduğumu söylüyorum. O da gülerek ne emredersiniz diyor. Özgün neyiniz var, diye soruyorum. Spesiyalimiz demek istiyorsunuz değil mi, diyor. Başımla evetliyorum. Getirdiği yemeği sindire sindire yerken içkimi ağır ağır yudumluyorum. Tam karşımda kasa ve kasanın üzerinde siyah beyaz bir fotoğraf var. Garsonun babası olmalı, benziyor. Üzerinde gotik harflerle “Gasthaus Promi” yazan mönüyü açıyorum, sol tarafta yiyecekler, sağda içecekler yazıyor hepsinin başında “promi” sözcüğü olan alt alta bir yığın Almanca yiyecek içecek adı. Fotoğraftaki adam beni izliyormuş gibi bakıyor. Hesabı ödeyip çıkıyorum. Üzerime bir tedirginlik çöküyor. Birkaç adım sonra arkama dönüp bakıyorum. “Prömi Gasthaus” yazıyor tentesinde. Fotoğraftaki adamın bakışı da promi sözcüğü de bir an çıkmıyor aklımdan. Sonunda tüylerim ürpererek onun Göebbels’e benzediğini duyumsuyorum. Marguerite Duras’nın hiç unutmadığım:“yarınki faşizmlerin kuluçkaya yatmış tavukları” sözleri kafama üşüşen çağrışımların en önüne geçiyor. Ben Avrupa Birliği’ni; “Almanya’nın; 2. Savaş’ta İtalya ile yapamadığını bu kez tüm Avrupa’yı ortak eden bir girişimidir” diye, hep bu tümceyle tanımlarım.
21.Yüzyılın onda biri tükendi ama ne bir Sartre, ne bir Russell, ne de bir Einstein var. Bu denli üzülmem yersiz “Güneş de Doğar” diye avutmaya kalkıyorum kendimi ama, anılarında karşıt görüşlü biri için:“Boyunu üst tarafından birkaç karış kısaltalım da anlasın” deyişi aklıma gelince iki elimle birden ensemi avuçluyorum. Pis bir gestapo sırıtışıyla, siz 20. yüzyılı mumla ararsınız, diyormuş gibi algılıyorum. Ürperiyorum. Düşündükçe, düşüncelerimle ürperiyorum…
Ne güneşi ne ılıklığı kalıyor günün, bağırsaklarıma dek bozuluyorum. Promi’ye yoruyor, Promi’li şeyler yemesinler diye dostlarımı uyarmalıyım diyorum.







*Prömi; Nazi Propaganda Bakanlığı’nın kısacası.

Robert Pignet'nin Mösyö Songe'undan alıntılar

Yeni Roman'ın öncülerinden R. Pignet'nin önemli yapıtı "Mösyö Songe"undan bir kaç ilginç tümce:


“Bir çıkmazdan kurtulmak için bir başkasına girmek gerekir.” 19

“Şiiri düşünüyor ve sahtesi de var, gerçeği de, diyor kendi kendine. Sahtesi şiirsel görünebilir, gerçeği için zorunlu değildir bu. Ama neden bilmiyor.” 45

“Umut vaat eden konular her zaman en az iyi olanlardır, diye ekliyor. Hiçbir şey vaat etmeyenlerle yetinildiğinde, bazen bir şeyler elde edilir.” 49

“Görüyorsun işte, şu an için şu kağıt üzerinde kalemimden başka bir şeyim yok,” 50

“… sessizlik korkuma şekil vermek söz konusu…” 55

“Cümlesi ona anlaşılmaz görünüyor ama kendisinde derinlik yanılsaması yaratması için koruyor onu. Moralistlerden okuduklarını hatırlıyor çünkü. Onları ne kadar az anlarsa o kadar düşünce yüklü bulurdu.
Söz konusu moralistler, aforizmalarını uydururken onlara o kadar çok şıklık karıyorlardı ki, anlaşılmakta ne kadar zorlanacaklarını öngöremiyorlardı. Ama derinlik yanılsamasından da mahrum kalmıyorlardı.” 58

“Kısacası bunun, gerçeği hedeflediği ölçüde sahteleşen bir tür olduğunu unutmamak gerekir. Çünkü yazmak, ister itemez yalanda karar kılmaktır ve edebiyat adı verilen ve gerçekten başka her şeyi amaçlayan bu gerçek türü iş edinmek için kesin kararlı olmak gerekir.” 69

“İnsan bir türde, onu sevmediği ölçüde mükemmelleşebilir ancak.” 71

“Özdeyişler söyleyen kişiler, treni kaçırmış gezgin satıcılara benzerler.” 72

YKY, Mayıs 2002, 103 s.
28.01.2003

Ak Partideki yurtsever, dindar milletvekillerime...

Adam kör.
Üç adım attıktan sonra önündeki kuyuya düşecek.

Sa’di Şirazi’nin:
“Veger bînem ki nabina ve çahest,
Eğer hâmuş bineşinem günahest”

“Körü ve kuyuyu görür de susarsan günaha girersin” anlamındaki dizelerini hatırlatırım.

(Farsça’daki yanlışlarım için özür diler, düzeltebilecek olanların doğru söylenişini bana geri yollamalarına sevinirim.

17 Şubat 2011 Perşembe

Franz Kafka’dan aforizmalar

5. “Belirli bir noktadan sonra geri dönüş yoktur. Bu noktaya erişmek de gerekir.” s.13

16. “Kafesin biri, bir kuş aramaya çıktı.” s.18

23. “Gerçek düşmandan sınırsız bir cesaret akar içinize.” s. 21

24. “Bastığın yerin iki ayağının kapladığından daha büyük olamayacağını anlamak ne büyük mutluluktur.” s.22

28. “Kötüye bir kere kapılarını açmaya gör, kendisine inanılmasını beklemez artık.” s.24

40. “Kıyamet Günü’nü böyle adlandırmamızın nedeni ancak bizim zaman kavramımızdır; aslında o, bir tür sıkıyönetim mahkemesidir.” s. 30

48. “İlerlemeye inanmak henüz bir ilerleme olduğuna inanmak anlamına gelmez. Yoksa bu, inanmak için yeterli olmazdı.

Franz Kafka “Aforizmalar
Türkçesi: Osman Çakmakçı
Bordo-Siyah Yayınları, 2004, 100 S.

16 Şubat 2011 Çarşamba

Gabriel Garcia Marquez

“… Kırk iki yaşındayken bir gün sırtımda soluk almamı zorlaştıran bir ağrıyla doktora gitmiştim. Adam bunu hiç önemsemedi: ‘Sizin yaşınızda bu ağrı doğaldır’ dedi. ‘öyleyse’, dedim, ‘doğal olmayan benim yaşım.” 14
“… Çiçero bunu yazılarında bir çırpıda anlatıvermiştir: ‘Hazinesini nereye gizlediğini unutan ihtiyar hiç yoktur’ diye.” 15
“Dışarı çıkmadan önce lavabonun aynasında kendime baktım. Karşıdan bana bakan at, ölü değil cansızdı, papazlar gibi kat kat gıdısı vardı, gözkapakları şişmiş, bir zamanlar müzisyen yelesine benzeyen saçları seyrelmişti. ‘Bok’ dedim ona, ‘beni sevmiyorsan ben ne yapabilirim ki?” 30
“Ancak o zaman gördüm lavabonun aynasına dudak boyasıyla yazılı olanları: Kaplan karnını doyurmaya uzağa gitmez.” 58
“… Şoför beni uyardı: ‘Dikkatli olun, beyefendi, o evde adam öldürürler’ ‘Aşk uğrunaysa ziyanı yol’ diye karşılık verdim.” 63
“Biliyorsun, Delgadina, şöhret çok şişman bir kadındır, hiçbirimizle yatmaz, ama uyandığımızda hep yatağın karşısından bize bakmaktadır.” 68
“Seks, insanın aşkı bulamadığında elinde kalan bir tesellidir.” 69
“… her zaman söylemişimdir kıskançlık gerçeklerden daha fazlasını bilir diye.” 91

Benim Hüzünlü Orospularım
İspanyolca’dan çeviren: İnci Kut
Can Yayınları, 2005 (5000 baskı) 109 s.

Sadi'den

"Her harmandan bir başak aldım."

15 Şubat 2011 Salı

Yoruma gerek yok...YA

Epostama gelen bir yazıyı sizlerle paylaşmak istedim. Yazarı belli değil ama yazı önemli bilgiler içeriyor...

E.D.


"Recep Tayyip' in Çorum mitingindeki önemli bir detay !

Başbakanın Çorum mitingini dinleyen oldu mu bilmiyorum. Haberlerde
özetini izledim, kanım dondu.

Recep Bey diyor ki ; ''Millet olarak Çorum'la, Çorum'un yiğitliğiyle,
mertliğiyle, gözü pekliğiyle her zaman gurur duyduk, nasıl ki Çorum bu
topraklardan yetişmiş Akşemsettin hazretleriyle, Ebusuud Efendi'yle,
Koyunbaba'yla, İskilipli Atıf Hoca'yla gurur duyuyorsa, bizler de
Çorum'la gurur duyuyoruz. Biz sizlerle gurur duyuyoruz.''

Ve bu sözler hiç kimse tarafından gündeme getirilmedi, eleştiri konusu
yapılmadı. Peki kim bu Ebu Suud efendi, kim bu İskilipli Atıf hoca ?
Çorumlular neden bu hemşerileri ile gurur duysunlar ki ? Çorum başka
adam mı çıkaramamış yüzyıllardır?

Ebu Suud efendi'yi kısaca tanıtayım. Yavuz Sultan Selim'in Şeyhül
İslam'ı. Alevilerin, canları, malları, namusları size helaldir d! iye
fetva veren şerefsiz.

İster okla, ister mızrakla, ister bıçakla olsun Alevilerin kestiği
mırdardır, yenilmez diyen yobaz. Bu şerefsize sorarlar, elimize
geçirdiğimiz alevi kadınlarını ne yapalım diye ? Verdiği cevap,
''BELİNİZE KUVVET ''

Not : bende bi sey ekleyeyim bu adam hakkında; Anadolu da " Müzik
Şeytan işidir " diye fetva verip "kopuz " çalmayı yasaklayan şahıstır
kendisi ...



İşte bu şerefsizle Çorumlular gurur duymalıymış Recep Bey'e göre..

Peki ; İskilipli Atıf Hoca kimdir ? İstiklal savaşında Mustafa Kemal
isyankardır, katli vaciptir, Yunan askerleri, padişahımız efendimizin
daveti üzerine gelmişlerdir, onlara saygılı olalım diye yazılar yazan
bir şerefsizdir. Türk askerlerine yazdığı mesajlarla, Türk askerinin
cepheden çekilmelerini istemiş, padişahımın emirlerine karşı gelmeyin,
Mustafa Kemal'e karşı gelin mealindeki yazıları Yunan uçakları
tarafından cephedeki mevzilere atılmış, askerin dağılması
amaçlanmıştır. Zaferden sonra istiklal mahkemelerinde yargılanmış ve
asılmıştır. Ve Recep Bey Çorumluların bu şerefsizle gurur duymaları
gerektiğini haykırmaktadır. Kanım dondu...Nutkum tutuldu....

Ve hiç kimsenin gıkı çıkmadı bu konuda.

Erzurumlunun dediği gibi ÖRT Kİ ÖLİM"

13 Şubat 2011 Pazar

G. Genet'in "Paravanlar"ından

“Sir Harold, -…Hem isteseydik bile, hırsız bir Arap ile hırsız olmayan bir Arap arasındaki o ince ayrımı biz nasıl yapardık? Acaba kendileri nasıl yapıyorlar? Eğer bir Fransız beni soyarsa bu Fransız bir hırsızdır, ama bir Arap beni soyarsa değişmez ki: beni soyan bir Arap olur, o kadar. Siz de böyle düşünmüyor musunuz? Ahlaksızlığın mülkiyeti yoktur, -porno yıldızları şunu iyi bilirler ki, hiçbir zaman mahkemeye çıkıp da, bir başka porno yazarı kendilerinden bir pozisyon aşırdı diye… iğrenç bir pozisyon şikayette bulunmazlar. Ahlaksızlığın mülkiyeti olmaz. İşte formül bu… “ s.88 (...)

“Pierré, -Yukarının saatine göre, orada saat üç yirmi dörtte öldürüldün…” s.160 (...)


“Hatice, -Orada onlar için neler yaptığımı burada kimse anlamış görünmüyor. İsyanı örgütledim. İnsanları peşimden sürükledim ve özgürlük için öldüm.
“İbrahim, -Doğrusu umurumuzda bile değil. Herkes bir şekilde ölüyor nasılsa.
“Hatice, -Hepsi ölüyor, tamam da, ama hepsi Müslüman mı?
“İbrahim, gülümseyerek, -Şimdilik böyle, yabancılık çekilmesin diye. Sonra…
“Hatice, -Neden sonra? Zaman yoksa sonra olur mu?” s.161 (...)



“Melice, -…bize komşuya gider gibi değil de kerhaneye gelir gibi gelmeye başladılar, duvar diplerinden geçerek, gece karanlığında evden çıkarak, sahte sakallar takarak, yaşlı kadın kılığına girerek, kapının altından geçerek, duvarların içinden geçerek, içeri girmeden etrafta dolaşarak, kara gözlükler takarak, yanlış gelmiş gibi yaparak, burada traktör ve ayakkabı bağı satıldığı mavalını anlatarak, kartondan burunlar takarak, onları gören var mı diye geri geri giderek, ama düşünsene bir, onlar kendilerini görünmez kıldıkça, kerhane öyle bir ışıldıyordu ki.” s.198

Türkçesi: Sosi Dolanoğlu
Remzi Yayınevi, 1. basım Şubat 1991, 215 S.

12 Şubat 2011 Cumartesi

Cesare Pavese’den

“… yaz birdenbire gelmiş, gelirken gezinmek, gülüp eğlenmek isteğini getirmişti.”
s.78

“Çıplak Modeller (Güzel Yaz-La Bell’Estate)
Çev.: Sâmih Tiryakioğlu,
Çaba yayın-Dağıtım, Mayıs 1988

SAMATYA (Dinmeyen Tını)’dan

“Şimdi” yerine “yeni”yi koyduğunuzda, geçmiştekine bakış artık masumiyetini yitirir. Biraz gergin, sinirli, huysuz, sorgulayan, direnen, kabul etmeyen, üzülen, kahrolası bir gözdür bu artık. Tarihi, kendi kendini, kuyruğunu yutan bir yılan gibi görünen…” s.19

Veysel ATAYMAN, “SAMATYA” , Heyemola Yayınları

Gorki’nin “Bozkırda” öyküsünden ironik bir söylem

“Bu dünyada her şeyin geliştiğini, ilerlemenin tatlı duygusu içindeyim. Bu gelişme, özellikle cezaevlerinin, meyhanelerin, genelevlerin artışından belli oluyor.”

11 Şubat 2011 Cuma

Onu Bilir Onu söylerim (öykü)

Böyle suskun oturup içeceksek eğer ne diye bu masanın etrafındayız, diye düşünürken ben onu bilir onu söylerim, demiş bulundum.
Muharrem; susalım arkadaşlar… üstat neyi bilir, neyi söylermiş dinleyelim, diye incecikten dokundurdu.
Apışıp kalmıştım. Yanıtlamak için yutkunurken bir yandan boşboğazlığıma kızıyor diğer yandan da medet ya düşüncelerim, diyordum. Ve onu bilir onu söylerim, diye yineleyip -ne hikmetse- birden; Nazım’dan büyük şair tanımam, dedim.
Oh be!..
Konu böylece şiire döküldü.
Başta Muharrem olmak üzere Nazımcı arkadaşların hepsi onayladılar. Yalnız Seyfi sesini yükseltip “Yahya Kemal şiirimizin Mimar Sinan’ıdır” dedi. Arkadaşlar onu da onayladılar.
Gevşemişlikle afili bir yudumun ardından sazı elime aldım:
Ama, Orhan Veli’ye göre en büyük şairimiz Fuzuli bile değilmiş; bilir misiniz bunun öyküsünü, diye sordum.
Hepsi belleğini yokluyor ya da öyleymiş gibi yapıyorlardı. Bazılarının yüzü anımsıyor da çıkaramıyormuş anlamına büründü. Kınarcasına nasıl bilmezsiniz canım, deyip başladım anlatmaya:
Günün birinde Mustafa’nın orada bir şişeyi devirdikten sonra, Sait Faik; Türklerin en büyük şairi kim, diye sorduğunda hiç düşünmeden “Fuzuli” demiş Orhan Veli. Kafayı iyice bulduktan bir zaman sonra da onaylatır gibi demek Fuzuli ha?, diye mırıldanmış. Orhan Veli bu kez; “Yok…o da el açmışlardandı” deyince, “Aç bir şişe daha” diye seslenmiş Mustafa’ya.
İçimizden biri “anlam, şairin karnındadır” anlamına; “El mana fi batnı şair” dedi. Böylece sessizlik giderilmiş oldu. Söyleşimiz şiirler, şairler üzerine sürüp gitti.

Sait Faik'ten

Karidescinin Evi’nden: “Büyük bir insanmış gibi cebimden zahmetle çıkarıp bir dilenciye on kuruş veriyorum. Sanki insaniyete, insanlara bütün borcumu ödemişim. Şimdi bir eve şu çıkınlarla gider, bir kapı açılır, bir kadın kucaklıyabilir kapımı kilitlerim. Bir kadeh, bir kadeh daha atabilirim. Ondan sonra yatağımın sıcaklığını düşünerek biraz daha pastırma, bir çatal lahana turşusu yerim. Ardından bir kadeh daha atar, bir cigara yakarım:
-Karıcığım, sen gündüzlerimde, gecelerimde, rüyalarımda, cigaramda, rakımda, hasılı kanımdasın, derim.
Acaba sokakta, karın altında titreyen çocuğa verdiğim on kuruşla daha ne kadar mes’ut olacağımı düşünmeden karidesçinin evini bulabilecek miyim?” 207


Yorgiya’nın Mahallesi’nden: “Her mahallede bir koku, bir dost, bir ev, bir kız, bir oğlan, bir nine, bir ana, bir saadet bırakmış çıkardım. Döner mahalleye bakar; Bir kahramanlık, bir yabancı hayat tanımak, yaşamak arzusiyle ayrılırdım.
Her yerde belki yaşamadan yaşadım...”218

“Ne zaman sevgilimi evine bırakıp, yokuş yukarı çıkmağa savaşsam yolumu şaşırır, bu sokağa saparım. İçimi bir külhanbeylik havası sarar:
- Ah anam!
Derim birisine...
O kaşlarını kaldırır, başka evin penceresindeki bir arkadaşına:
- Az pilav koy!
Diye bağırır.
Biraz sonra ben pişman olmuş, arkama bakmadan giderken, sesini adeta masum sesini işitirim:
- Bobstil gelsene... Hani ‘Ah anam!’ diyordun?”222


Korkunç Pastahane’den:”Üstüne erkeği küçük gören bir hal yapışmış.” 244

Eleni ile Katina’dan: “Benden mes’ut ayrılırlarken arkalarından baktım. Katina’nın dostunun ince uzun bacaklariyle Katina’nın biraz kalınca, çorapsız beyaz bacakları gülmeğe, eğlenmeğe, fakirlikten ve sefaletten uzak, temiz bir dünyaya doğru koşar gibiydiler.” 250



(2.defter. s.46)

Sadi, "Gülistan"dan

"Bir bilgeye, yiğitlik mi daha iyi, cömertlik mi, diye sordular. Bilge , cömert olanın yiğitliğe ihtiyacı yoktur, dedi."

J. J. Brochier "Sigara İçiyorum, Ne olmuş Yani?"den

"Ölüm belki, belki değil kuşkusuz berbat bir şey (İspanyol faşistlerinin 'Viva la muerte/Yaşasın ölüm' çığlığından iğrenç bir şey düşünemiyorum.) ama bu bizim ölümümüz, hepimize birer ölüm düşüyor, etrafımızdakileri suçlamanın hiçbir yararı yok."

O. Wilde, "Vera veya Nihilistler"den...

Aleksis, "Kimse asla ülkesi uğruna ölmek için çok genç değildir."

Çar, "O kadar korkunç rüyalar görüyorum ki, onlarla kıyaslandığında cehennem bile huzur doludur. (...) Çocukken sevgi nedir bilmedim. Korkutularak yönetildim, şimdi başka türlü nasıl yönetebilirim?".

10 Şubat 2011 Perşembe

Son yılın Üç Mevsimi'nden bir pasaj

Geçen akşam anma konserine davetliydim. En az kırk yılımın her günü şarkısının biri “dilime dolanan bir ızdırap olur” Selahattin Pınar’ın…
Pasternak, Skriyabin’in müziği için:
“O yapıtların ezgileri başlar başlamaz gözlerinizden yaşlar boşanır ve bu yaşlar yanaklarınızdan dudaklarınızın ucuna değin iner. Gözyaşları ile karışan bu ezgiler sinirleriniz boyunca yüreğinize varır, kederli olduğunuz için değil, yüreğinizin en doğru, en anlayışlı yolu bulunduğu için ağlıyorsunuzdur.” dediği gibi.
Koronun ilk şarkısında iki gözüm iki çeşme.. “Aylar geçiyor, sen bana hala geleceksin”.. ak akabildiğin kadar, diyorum göz yaşlarıma. Salon karanlık, engellemiyorum ağlayışımı.. “Yetmez mi bu hasret, daha yıllarca mı sürsün?”.
İkinci şarkıda da devam “Yalnız benim ol, el yüzüne bakma sakın sen”… Şarkıya içimden eşlik ediyorum. Yaşlarımın tümü tükeniyor, duruyor. Etraftan görülmedikçe ağlamalı, ağlamasını engellememeli insan. Benlikte birikmiş tüm gerginliklerden arındırıyor. Gözyaşları sözcüksüz dualardır.
Aynı duygularla olacak, şarkısında ne güzel dile getirmiş Sezen Aksu: “Ağlamak güzeldir” diye…
İnsanın, ağlamasını dile getirmesi zor. Yaşlanınca biraz sulugöz olunuyor galiba. Ne fırtınalar, umarsız ne günler atlattım, nice travmaları ağlamaksızın geçtim. Hepsinde Quassimodo’nun anasına seslendiği şiirin sözcüklerini gözyaşlarımmış gibi mırıldandım;
“Sağlığını diliyorum şimdi yürekten,
kendi yumuşak alaycılığını
iliştirdiğin için dudaklarıma.
Acıdan, ağlamaktan o gülüş korudu beni.”
Şarkı söylemeden duramayan bir adamım ben. Bilmiyorum ama öyle sanıyorum ki, uykumda bile söylüyorumdur. Bir şarkının herhangi bir dizesini mırıldanarak uyandığım çok olmuştur. Şarkı söylemeyi yaşamın koşullarından biriymiş gibi düşünürüm. Güzel söyleyemem, o başka… Ama söylerim. Tamamını hatasız ve güzelce söylediğimi sandığım bazıları da vardır.
Kanuni hakkını verdiği bir ara taksimi geçiyor.. alkışlıyoruz.. İyi söyleyebilmeyi öğrenmek için bir eğitim almadığıma hep üzülmüşümdür. Teyzemin olağanüstü, doyumsuz, tiz bir sesi vardı. Kırmazdı beni, hadi Meliş’im, der, çokçası Osman Nihat’ın bir şarkısını söyletirdim. Şimdi çok özlüyorum sesini, kayıt etmediğim için hayıflanıyorum.
Ablam da öyle; Melahat Pars’ın öğrencisiydi. Başka türlü bir edası vardı, pesten bir sesle söylerdi. Evlendikten sonra İzmir’e yerleşti. Bir şarkıyı keyifle okurken telefona sarılır, bir şarkının bir yerinden söylemeye başlarım, örneğin; “Acaba şen misin kederin var mı?..” Ablam devamını mırıldanır telefonun öbür ucundan; “Ne kadar dertliyim, haberin var mı?” ve hemen, “Bimen Şen’in… Hicaz.. usulü curcuna..”der. “Ya güfte?” diye sorarım. Düşünür, çıkaramazsa “Orası senin alanın” der ve Bimen Şen’in bir başka şarkısını söyler. Keşke telefonlar paralı olmasaydı! Yemeği ateşte unutmamıştır inşallah, derim.
Amcamınoğlu konservatuara gitti. Dünyanın on ünlü bas bariton sanatçısından biri. İtalya gibi şarkıcı bir ülkede seçici kurul üyeliği yapacak kadar büyük bir yetenek. Gurur kaynağım… Gırtlak kanseri geçirdiğimde aklıma ilk düşen; onun başına böyle bir şeyin gelmesinin korkusu, gelmemesinin tesellisi gibi karmaşık duygular. Bunu açıkça hiç söyleyemedim. Ama şimdi kendi kendime açıklıyorum, onun değil, iyi ki benim başıma geldi, diye avunmuşumdur.
Dinleyiciler yer yer iştirak ediyorlar sanatçıya, ben edemiyorum. Bağlama olsun, ut olsun, saksafon ya da neyse, ne olursa olsun bir çalgı çalabilmeyi de çok istemişidir. Kanuni taksimini geçerken, bari bir çalgı çalmasını becerebilseydim diye geçiriyordum içimden. Ama şarkı söylemenin aynı şey olmadığının ilk kez ayrımına varıyorum. En güzel enstruman insan gırtlağıdır. Bu sözün, lisedeki müzik öğretmenimizce kafama çakıldığını anımsıyorum. Aklıma Haytov’un “Bayram Ali” öyküsü düşüyor. İlk fırsatta tekrar okumalıyım.
Şimdi, solist en zor şarkılardan birini kusursuz okuyor. Çocukluğunu biliyorum solistin; Naci Tektel’in torunu. Hani hiç unutulmayacak; “Uzayıp giden o tren yolları”… Babası kanuni Yılmaz Tektel. Dedesinden, babasından eğitimli, mutlu oluyorum. Yürekten alkışlıyorum.
İyi bir sergi gezdikten, iyi bir film seyrettikten ve iyi bir öykü ya da roman okuduktan sonra birkaç gün tadını yaşarım. Şimdiki gibi duygulanır, ırmak olur, deniz olurum.
Öyküsünden söz etmiştim ya:
Bayram Ali, Bulgaristan’da çobanlık yapan babayiğit bir delikanlıdır. Dillere destandır sesi. Şarkı söylemeden duramaz. Günün birinde ağasının kara çalmasına ve gazabına uğrar, başı belaya girer, işkenceler görür. Sonunda dağa çıkar ve canından bezdirir elezerleri. Çok da zengin olur. Başka illere göçer, izini kaybettirir. Günün birinde tanınmamacasına köye döner. Meyhanede şenlik vardır katılır. Kimse aymaz. Ama sonunda dayanamaz şarkı söyler. Tanınır ve sonu olur. Ölümüne söylenmiş bir şarkıdır söylediği. İşte benim de anlatmak istediğim budur; -ayrımına varılarak- yaşamanın bir koşuludur şarkı söylemek. Bu Tanrı armağanın ayrımına varılsın diye yazıyorum. Ne sesinizin güzel olmadığına, ne de iyi söyleyemediğinize aldırmayın, söyleyin. Ben içlilerinden hoşlanıyorum. Siz neşelilerini söyleyin. Şarkı söyleyin. İlk duyduğumdan bu yana her zaman, her yerde yinelerim Almanların atasözünü: “Bir yerde şarkı söyleniyorsa oraya yerleş, kötü insanların şarkısı olmaz!” diye.