26 Aralık 2010 Pazar

Anason Kokulu Öykü

Akşamüzeri, tam da işten çıkacakken beni çağırttı. Ceketimin düğmesini ilikledim, kapıyı vurup girdim. Masasına yayılmış, başı kağıtların arasına gömülmüş yönetmen beni görünce önünde duran dergi taslağındaki boşluğu göstererek, -kibarca- buraya kısa bir öykü yazabilir misiniz ve arkasından, sabah masamda görmek istiyorum, demişti.
Yazabilir miymişim… sabah masasında görmek istiyormuşşş…
Koskoca derginin yönetmeni kısa öykünün ne denli zor yazıldığını bilmiyor muydu? Bir gecede yazılabileceğine benim alındığım gibi kısa öykü de alınmaz mıydı? Gayet doğal, küser, darılır, üstüne bir de gıcık kapardınız.
Kös kös gidip köşedeki bayiden bir küçük rakı aldım. Kırgın ve kızgın bir on adım yürüdükten sonra dönüp küçük rakıyı büyükle değiştirdim. Yetmez deyip o hızla bir küçük daha aldım.
Eve gelip de masama oturduğumda yatışmıştım.
Ne demek yazabilmek; öykünün kısasının kralını yazarım ben, dedim. Kalemim kağıdım ve içkim önümdeydi. Küçük şişeyi yarılamıştım; oğlum ver bakayım şuradan bir öykü, dedim. (Bayılırım kendimle dalga geçmeye) Sanki şarküteriden peynir meynir alıyorum. Bu kez tezgahın arkasına geçip; nasıl olsun, diye sordum kendi kendime. Kısa tarafından, uzun olmasın öyle pek… yanına bir de likorinoz koy, dedim.
Bu tümcenin ardından kalemi bırakıp bir yudum aldıktan sonra kadehi masaya koyarken kalem kadehin altına girip içkimi devirmişti. Göz açıp kapayıncaya kadar da masa örtüsüyle rakı birlik olup tüm öyküyü emmesin mi? Neşemi hiç bozmadım. Sızmadan önce bir de türkü tutturmuş söylüyordum kendime:
Kadir Mevlam senden bir ceket isterem, beli, kolu dar ola /Bir çubuğu yeşil, biri al ola
Sabahleyin asık suratlı istifamı yönetmenin masasının üstüne bıraktım. Onun da üstüne, “Anason kokulu öykü” başlığını attığım ve dökülen içkiden buruşmuş kağıdı koydum, akşamdan kalma türküyü sürdürerek kapıdan çıktım:
Kadir Mevlam senden bir yar isterem /O yar bana ölenecek yar ola…
Yaaar ola!...
Türküyü Ramazan Şenses’ten bile güzel söylüyormuşum gibi geldi bana.

Ekmel Denizer

Kardeş Çocukları (öykü)

Yaşlıyım ya, ben de dedem gibi ellerimi arkamda kenetleyebilir, onun gibi dudaklarımda görmüş geçirmişliğin gülümseyişiyle salına salına yürüyebilirim artık.

Öyle de yapıyorum zaten.

Kanım uyumlu bir neşeyle dolanıyor damarlarımda.

Ağaçların gölgeleri bile neşeyle titreşiyor.

Kozmik programda ne gibi bir değişiklik oldu da kasım ayı bittiği halde sürüyor pastırma yazı? Bilinmez ki. Geçen yıl çok kısa sürmüştü. Acaba bir borç mu ödeniyor? Öyle değilse yaptığıma hısızlık denir. Olsun. Pastırma yazının kuş gönü gibi yumuşak bir gününden çalınan bir günün hırsızlığı hoş görülecek bir hırsızlıktır.

Pitosporumlara Türkçe bir ad yakıştırmış değiliz henüz. Yeni yeni tanışıyoruz. Açılmış meyvelerinden tohumları toprağa düştü düşecek.

Yirmi gün önceki yaprak fırtınası neredeyse yaprak bırakmamış ağaçlarda. Onları denetliyormuş gibi adımlarımı öyküsel bir günün sözcüklerine uydurarak ozanımsı bir havayla yürüyorum.

Kurumuş bir çınar yaprağını ezmemek için arkamda kavuşturduğum ellerimi çözüyor uzunca bir adım atıyorum.

Kurumuş bir yaprak da olsa incinirmiş gibi geliyor bana.

Bu duyguyla Hamsun’un “Göçebesi”ni anımsıyor, açıp herhangi bir sayfasından bir kez daha okumaya istekleniyorum.

Dörtyol ağzındaki bankta oturmuş dinlenirken ağaçlara bakınıyorum yine. Çoğu çıplak, ama iğneyapraklıların yeşili banamısın demiyor. Ataköy’de türlerin bolluğundan geçilmiyor. Ağaç varsılı burası. Ladin, köknar, mazı, meşe… ne ararsan…

Hele kardeş çocukları şu iki ağaç şaşırtıyor beni. Atlantik fıstığı ve melengiç… Böylesi güzel bir rastlantı olamaz. Bunların sakızağacı diye bir de kuzenleri olacak. Bilerek dikilmiş olaydı bu iki ağacı diken onu da dikerdi.

Sakızağacı da gurbetten dönecektir bir gün.

Evet dönecektir…

Ekmel Denizer