28 Ocak 2011 Cuma

sesi kısılabilir bir piyano ararken (öykü)

Yazmaya koyulduğumda beni çok yoracağını bildiğim bir öykü olacaktı. Olsun dedim ne yazacağımı bilmeksizin. Böylesi durumlarda eli ayağı düzgün öyküler çıkmazdı pek. Yine de olsun deyip epey oyalandım. Sahi, “İnsan ne yazacağını bilseydi yazmazdı” demiyor muydu Duras? Birden aklıma Abbas Sayar’ın “Ah içmeyen bilmez. Bir kadehin nerelere pencere açacağını” öğüdü geldi. Bu güzel sözü özümlemiş biri olarak -içeceğim yokken- doldurdum kadehi. Bir küçük şişeyi devirdiğimde çalmasını bilmediğim piyanonun tuşlarında “Çıplak Dağda Bir Gece”yi geçerken, Fazıl mazıl da kim oluyormuş diye geçiriyordum içimden. Sen misin Fazıl’a laf eden? Hanım omzuma dokundu gülerek, “komşu haber gönderdi, piyanonun sesini kısaymışız” dedi. İyi ki, piyanoyu biliyormuş çalgının dememiş. İşte böyle olur senin gibi çalanın dinleyicisi, dedim ve kendimden geçmiş, sesi kısılabilir piyano aramaya başladım.
Vakit gece yarısını geçmiş yollara düşmüş arıyorum çarşı pazar ama ara ki bulasın. Taze bitti, diyor esnafın biri. Bir diğeri, sonuncuyu demin sattık yakında gelecek, siz yine bir uğrayın, diyor. Daha başka biri, buralarda bulamazsın amca Şişhane’deki kasaplara bak, diyor. Hepsi de gülüyor konuşurken. Halt etmiş şikayet edenler güleç insanlardır bizim esnafımız.
Sizin anlayacağınız olanlar oluyor bana, ta Koska’ya kadar gitmişim. Bir direğe yaslanmış, trenin gelmesini bekliyorum. Ben böyle direğe yaslanmış beklerken akranımmış gibi biri “Ne bekliyorsun emmimoğlu” diyor. Treni bekliyorum, deyince öyle bir güzel gülüyor ki, katılmazlık edemiyorum, birlikte gülüyoruz katıla katıla, kasıklarımızı tutaraktan ve yaşlar gözümüzden gelene dek. Gözümden yaş akmaya görsün -gülerken bile- başlarım ağlamaya. Utanır, ben annemi isterim, diyemem. Bir bir anlatırım işin aslını astarını, buralara dek gelişime sesi kısılabilir bir piyano aramamın neden olduğunu. Meğer akranım çok okumuş, aklı başında biri, üstüne üstlük emekli bir Türkçe öğretmeni değil miymiş? Kaldırıma oturacakken cayıyoruz. Üstümüze başımıza dilimize çeki düzen veriyoruz. Emmimoğlunu bir yana bırakıyor o. Beyazıt’tan Aksaray’a baştan aşağı geçmişe götürüyoruz Laleli’yi. Koska’daki sabahçı kahvesine giriyoruz. Türkçecim nargilesini tüttürür ben kahvemi içerken günümüze dönüp bir güzel söyleşiyoruz.
Derin bir iç geçiriyor... Melih Beyciğim, deyince öğreniyorum adımın Melih olduğunu. “Melih Beyciğim, beğenimizin ne denli yozlaşıp düzeysizleştiği günlük konuşma dilimizden de anlaşılıyor. Daha sanatçılığın neleri gerektirdiğini öğrenmeden ‘pis sakallarla’, ‘çak moruk’larla ekranlarda milyonların karşısına geçiyorlar. Güzelim Türkçemizin “n’olaydı”ları, “n’olurdu”ları kayboldu. Onlardaki o yakarışların inceliklerini duyamaz olduk…”
Eve nasıl döndüğümü bilmiyorum. Ama dönmüşüm. Sabaha karşı bir şekilde. Gece boyu uyumamış hanım neredeydin diye soran gözleriyle bakıyor. Neyi, diye sormadan bulamadım sesi kısılabilir bir piyano, diyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder