20 Şubat 2011 Pazar

Susanna Tamaro'dan

“Yerinde duran yanlış yapmaz, Ama yerinde duran ölmüş sayılır.” 11

“Genetik mirastan korunacak daha değerli hiçbir şey yoktur. Bunu söyleyen bilim, ben değilim. Belki bir biçimde babam da Darwin’den esinleniyordu. Babamı ve onun gibi düşünen bütün babalar, en güçlünün kazandığını söyleyen yasaya inanıyorlardı.” 28
“Hiroşima ve Nagazaki’yi anımsıyor musun? Orada, bombalardan sonra böyle çocuklar doğdu. İşte, olan şuydu: Doğa, birdenbire, doğru yöntemleri unuttu, iki baş, altı kol, üç bacak... (...) belki de doğa en baştan beri böyle yapmalıydı, bir baş gerçekten çok az. İçinde pek az yer ve pek çok karmaşa var.” 30

“... yaşamları hakkında kesin bir düşüncesi olanları kıskanıyordum, onlar ellerinde kocaman bir şemsiye ile doğmuşlardır. (...) artık açık seçik anlamıştım ki, mutsuzluğun büyük bölümü yanlış yol seçmekten kaynaklanıyordu. Çok dar -ya da çok geniş- ayakkabılarla birkaç kilometre yürüdükten sonra dünyaya lanet etmeye başlanır. Benim çözemediğim, insanın neden en baştan kendi ayağına uygun ayakkabılar seçemediği sorusuydu. (...) Farkında olmadan delilerin servisine geldim. Biliyorum onlara bu adı vermemeliydim, ama içerde bu en yakışıksız sözcüktü. Bütün kartelalarda ‘üyeler’ ya da ‘psikolojik handikap sahipleri’ olarak geçiyordu adları. Buna dikkatimi çeken Andrea olmuştu. ‘Görüyor musun’ demişti, ‘Artık yalnızca sözcüklerden bile korkuluyor. Ağzı kirletmemek için temiz sözcükler kullanıyorlar. Sözcükler, tek başlarına insanı kırmaz oysa. Yaralayan bunun arkasına saklanan ikiyüzlülüktür. Deliliğin de kendine göre bir yüceliği vardır.” 75-76

“ Fazla yükselmek tehlikeyi göze almaktır.”

Aşırı duyarlık bir pasaport değil, bir tuzaktır. Bunu hemen fark etmezsin. İlk yıllarda bu niteliğin övgü toplar. Daha sonraları sorun olur. Yavaş yavaş çevrendekiler duyarlığın bir armağan değil de kurtulunması gereken safra olduğunu fark ederler. Dünya tilkiler, sırtlanlar ve dirsek darbeleriyle doludur. Sen yumuşak tüylü bir tavşansındır, asla ilerleme fırsatı bulamazsın. Bu yüzden bir günden ötekine her şey değişiverir. Çevreni saran, yalnız ötekiler gibi olmayışından ötürü oluşan huzursuzluk ve gerginlik olur. Bu büyük tavşan mezarlığından yalnızca olağanüstü bir şeyler yapmayı bilenler sıyrılır.” 78

“O beni sessizce dinledi. ‘Bir sınırı aşmak isteyen’ diye yanıtladı sonra, ‘İçinde büyük bir şeyler besler. Bu normal insanların başına gelmez hiç.” 79

“...Teslim olmamayı, zayıfların dışında yürümeyi sürdür, bak göreceksin er geç karşına bir çağrı çıkacaktır.” 80

“Vasatlıktan çıkmak için iki yol vardır. Bunlardan birincisi sanat, ikincisi eylemdir.” 81

“Büyüklüğün bir bitki gibi olduğunu anlamıştım. Gelişmek için ışığa ve bereketli bir toprağa gerek vardı. (...) Baudlaire’in Albatros’u gibi açmak istiyordum kanatlarımı: Henüz uçmadığım halde, onların güçlerini ve ağırlıklarını hissedebiliyordum. O ana dek açmadıysam, bunun nedeni, önümde beni karşılayabilecek kadar geniş bir gökyüzü uzanmadığı içindir.” 82

“Altmış sekiz geçeli epey olmuştu, bizim arkamızda kalalı bir on beş yıl vardı. Altmış sekiz geçmiş ama uzun ve tavus kuşunun ki kadar renkli kuyruğu kalmıştı. Hayvan uzaklaşmıştı ama kuyruğu hala harman yerinin tozunu havaya kaldırıyordu.
O kuyruk beraberinde sis dolu yıllar getirmişti, bunlar bulutsuz günlerin sisiydi. Bir saat kadar sis her yeri örtüyor, sonra kalkıyor ve güneş ortaya çıkıyordu. O zaman ülke pırı pırıl ışıldıyordu.
Bu siste her şey yaşanmıştı, bombalar patlamış, trenler havaya uçmuştu. Sisin içinde, kaçanların ve izlenenlerin ürkütücü ve gürültülü ayak sesleri, demir çubukların ve copların sağır darbelerinin furyası gizlenmişti. Sis her şeyi örtüyordu. Örtemediği tek şey kandı. (...) neredeyse hiç kimse, sisin arkasında bir merdiven olduğunu fark etmemişti, onu görenler ise bu haberi gizlemişlerdi, o merdiven yukarıya ulaştırıyordu ve yukarılara çıkınca, görünmez olanlar görülebiliyordu. Aşağıda, altta, yorgun pek çok kez kandırılmış bir ülke vardı. Egemen olan grilikti, ülkeyi hiçbir yere taşımayan sürekli seçim toplantılarıydı. Her seçimden sonra, başlamış olan işler de yarım yamalak bırakılıyordu. Yollar ve otoyollar böylece askıda kalıyor, okullar penceresiz, ayakkabılar çiftlerinden ayrı bekleşiyorlardı. Ülke eski ülkeydi ve şeffaf olmayan küçük bürokratlar ordusunca yönetiliyordu. Her şeyin üzerinde bunaltıcı bir boyunduruk vardı, bombalar, patlamalar bu boyunduruğa biraz hasar vermişti. Bu ülke, erken yaşlanmış bir ülkeydi, bunu değiştirmek için bir şeyler yapmak gerekliydi. (...) seksenli yıllar gelmişti, bunlar, bir buzkıran gemisi gibi güçlü ve belirleyici, Pinokyo’yu Eğlenceler Ülkesine götüren at arabası gibi hayali ve aldatıcı yıllardı. Gemi geçerken sirenlerini pek güçlüce çalmış, büyük ülkeyi yere sermişti. Sanki bir gezi gemisi gibi neşeli ve davetkârdı. Geçiyor ve arkasında para kokusu bırakıyordu.
Merdivenin tepesindeki beyler katil balinalara değil, terbiyeli insanlara benziyorlardı, güzel şeyler söylüyorlardı, umut doluydular, sürekli gülümsüyor, kışın bile yanık tenle dolaşıyorlardı, her şey için doğru bir söz ve çözüm buluyorlardı: Onların en büyük arzusu kendi yaşamlarından çok, halkın mutluluğu idi ve mutluluk tek bir şeyde bulunuyordu: sahip olmak.
Bir katil balinayla savaşmak kolaydır, ama bizim iyiliğimizi isteyen biriyle neden savaşacaktık ki?
Onlar katil balina değil panayır tellalıydılar, mallarının çürük olduğunu anlamak için biraz sessizlik gerekliydi: Belki de bu yüzden sessizlik kalmamıştı bu ülkede.
Kısa zamanda pek çok yeni televizyon doğmuştu. Artık günün her saatinde televizyon programları seyretmek olasıydı. Bu katot tüpünün içinde yaşamdan zevk alanlar ülkesi gibi bir şey vardı, sabahtan akşama kadar aynı kuşku vurgulanıp duruyordu. O ana dek yaşadığımız gibi yaşamak yanlıştı, para her türlü varlığın amacıydı, ama en aptalca şey de para kazanmak için kendini yormaktı. Artık televizyonu açıp bir kavanozda kaç fasulye tanesi olduğunu bilmek yeterliydi. Sunucu deli gibi bağırmaya başlarsa, milyoner oldun demekti. (...) Tanrının nimeti her yerde ve üzerinde büyük kurdelelerle iniyordu gökten. Artık sınıf ve kültür ayrımları kalmamıştı, bir şeyler bilmek gerekmiyordu, sabırlı olmak ve sırada beklemek gerekiyordu, bekleyenler eninde sonunda zengin olacaktı. Ve kukla tiyatrosundaki yağmur gibi gökten para yağdırırlarken perdenin arkasında merdivenin tepesindeki beyler, hazinenin gerçek sandığını boşaltıyorlardı, televizyonda parıldayan avuç dolusu milyonlar, yalnızca tavuğu ipnotize etmek için kullanılan bir cep saatiydi.” 140-141

“Hala toprağa basan bu ayakların, hala atan bu yüreğin, ışığın her tonunu yakalayabilen gözlerin bir nedeni olmalıydı.” 201
“İşte orada nokta ve satırbaşı diyebilir, kum saatini baş aşağı çevirebilirdim” 212

“Sözcüklerin olmadığı bir ilişkide onu sevmiştim.” 223

Animo Mundi (Dünyanın Ruhu)
Çeviren: Eren Cendey
Can Yayınları, Mayıs 1997, 2. Baskı, 256 S.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder